Ekim 08, 2013

Cennetimdi


Kırılmış bir termometreden yayılan civa gibi dağılmıştı ya yaşam.. Ruhumun düğmeleri açılmıştı da içimin çocuğu kuranderde kalmıştı..
Kabuğunu sürükleyen salyangoz gibi günü zor taşırken omuzlarımda, ardımda bir salyangoz izi bile bırakamayışıma şaşakalmıştım.

Aslında biliyor musun; kendine tahammül etmektir, yaşamın en büyük becerisi.. Çünkü kendinin kapıları vurulup çıkılamaz, telefonları yanıtsız bırakılamaz, hiçbir ulaşım aracıyla kendinden uzaklaşılamaz. Kendine boşanma, redd-i miras davası açılamaz. Yaşadığın sürece en çok maruz kaldığın biricik'tir kendin.. "Bir" olmak ve "bir" kalmak zorundadır.
 
İşte ben kerelerce yoklayışlarımda anlamıştım ki; kendime  tahammülüm kalmamıştı. Kendim, kendime en büyük ağırlıktı. İçimin tüm b'eklentileri oturma eylemindeyken; sanki attığım bütün zarlar kırılmıştı.
 
Sonra kapı(sı) açıldı.. Sanki kolları hep açıktı da "o" eşikte hep beni bekliyordu.. Yaslandım kocaman gövdesine; kokladım.. Varlığında yaşam bulan bir sarmaşıktım..
 
Sonra gece, hiç gelmediği kadar ışıl ışık geldi bu ülkeye.. Kıyısız bir huzur denizinde varoluşun esrik gülümsemesi dudak kenarlarımda uyuyakaldım.
 
Rüyaların en güzeliydi; cennetimdi...

Ekim 07, 2013

Cennetti o (I)


Huzurun ana iklimi, renklerin bileşimi ve doğanın cömertlik birikimi..
Orda huzur, orda neşe, güvenin bilinen tüm cümlesi hece hece..
Dondurucu soğukta yanar bir soba, soba o. Sığınılan saçakaltı, yaslanılan bahçe duvarı, kana kana içilen suyun kaynağı o..
 
Ne zaman ki kovuldu insan onun irem bağından; soğuk, açlık, darlık ve siyah beyazlıkla tanıştı. Baktı ki başını koyduğu her yer taş, yüzünü döndüğü her yan canhıraş..
Cennetti adı, ana rahminden ayrılıştan sonra yenilen ikinci vurgundu. Yeri doldurulamayan, alışılamayan, doyulamayandı o..
 
Cennetti..
 
Onu kazanmak için ruh, acıyla az mı terbiye edilmişti.. Karanlıklardan az mı aydınlıklar devşirilerek umut durmaksızın emzirilmişti.. Bir gece yarısı evren bile terk etmişken kendini, göğe uzanan ellerle az mı dua edilmişti!.. Düşüşlerin ardından bir türlü gelmeyen sabahlar, olanaksızlıklarla her tekrar kalkışta yenilen balyozlarla yere yığılırken "Tünelin sonunda ışık yok, galiba Tanrı beni unuttu" isyanının bayrağı az mı göndere çekilmişti..
 
Ama sonra "o" geldi.
En karanlığında gecenin, en şaşkınlığında beklenmeyenin.. Acıyla terbiye edilmiş, gelecek güzel günlere olan inancı çoktan  kaybetmiş ruhlara  bir damla soğuk su serpmekti niyeti. Onun için bahşedilmişti.
 
O geldi; damla değil, ummandı varlığı.. Tanrı, ilk defa kendini onun varlığında kanıtladı.. Evet, inanmıştı, Tanrı vardı..
 
Ve onca acıdan, yarım kalmışlıktan sonra onu cennetine almıştı..

Ekim 03, 2013

demir kapının ardından


Kan ter içinde uyanışım; gecenin tam üçünde..
Masalından kovulmuş bir kahraman gibi yıkık, parçaları eksik bir yapboz gibi yitik..
Yapış yapış bir mutsuzluk içinde;
Hani "Mutsuzluk uzun sürmez"di.. Öyle yazıyordu kitaplar.
Kitapların yazmadığı: mutsuzluk, insanın teninin rengini, terinin kokusunu değiştirirmiş.  İlelebet bir his bozukluğuna dönen astigmatmış.
Mutlu olmak için nasıl ki varlığın yeterse; şairin beklediği yerde; "yokluğun cehennemin öbür adı"ymış..
 
Yüzün yüzüme dönük, bana bakıyorsun. Aramızda parmaklıklar var. Ellerin boş, ellerimin arasında yüzün; ne çok kilo vermişsin. İyi değilim, diyorsun.. İyi değilim.. Suskun çocuklar geçiyor gözlerinden.. Demir kapı kapandı kapanacak; seni burda çok tutmazlar derken görüş bitiyor.. Gözlerim gözyaşları ülkesi, yüreğim delik deşik..
 
Kan ter içinde uyanışım; gecenin tam üçünde..
 
Göğümün rengi, neşesi, sesi, nefesi..
Olmadığın yer yedi kat yerin dibi, düşlerin en izbe hapishanesi...

Eylül 25, 2013

nefes'siz

Mutluluk; o en çok aksiyle var olan yanılsama..
 
Mutsuzluk gelip tahta oturduğunda "mutluydum ben" dediğimiz köprüden önce kaçırılmış tüm çıkışlar..
Tedavülden kalkan para, modası geçmiş urba, ayağı sıkan kundura gibi kalakalındığında yolun tam ortasında; ne yapmalı..
 
İtfaiye, hastane, belediye mi aranmalı; ruhun tesisatına kim bakmalı?
 
Öyle bir tortu ki mutsuzluk, tüm duyuların üzerine özenle yerleşiyor. Görme bulanık, duyma yarım yamalak, dokunma yalnızca buz, koklama bir burun direği sızlaması, tat alınamaz bir bulamaça dönüyor  yaşamak.. Bütün yaşamsal damarlarınızın üzerine çökmüş ağır bir tortuyla nefessiz kalmak; yaşamak..
 
Mutluluk; o en çok aksiyle var olan yanılsama..
 
Bu sefer başka; ben mutluydum değil; ağız dolusu "ben mutluyum" diyerek haykırdığım göğe bakma durakları şahit ki yaşadım, iliklerime kadar..
 
Açmadım, kokmadım, uçmadım onsuz bir yerküreye..
 
Şimdi, bildiğim bütün doğruları unutur gibi unutuşum yürümeyi; o diye...

Eylül 23, 2013

ben...

Ben, Mina; Mina Karda...
Kimselerin içinde kimsesiz bir çocukluk masalı..
Uykusuz gecelerin, kanayan midelerin, vazgeçilen geleceklerin soğuk şiltesi..
En az kendine hoşgörülü, en az kendine sevgi'li, en az kendine değerli..
İmkansızlıkların, olanaksızlıkların, çoktan geçmiş di'li zamanların esiri..
Ben Mina, Mina Karda...
Hiç kimseye yük olmamak için en çok kendine ağır,  
Soğuk duvarların, yalnız hastane odalarının, içe akan gözyaşı pınarlarının dostu, en çok kendine düşman Mina..
Her gelenin getirdiğinin bin misliyle döndüğü uğrak...Yol..
Hiçbir zaman yuva olamayan evlerin yalnız kadını..
Sormuyorum artık sormuyorum; neden bu yazgı..
Dokunduğum her şey yalnızlığa dönerken; okunaksız bir olanaksızlık içinde kendimi terk ediyorum.
Bir daha kanmamak için gözümdeki ışığa...

Eylül 14, 2013

"başka türlüsünü yorgunum anlatmaya"

Kırılmış bir nar gibi vasıfsız kederler içinde..
Sözcükler yok, anlamlar kayıp; ışık bu zindana hiç uğramamış..
Bütün "neden"ler "çünkü"ler  tedavülden kaldırılmış; kocaman bir "sonuç" masanın tam ortasında açlığı emziriyor.
Sesini yitirdiğinde yüreğinin, tüm sesler yabancı..
Damdan düşmüş sevinçlerin ülkesinde bi garip kibritçi kız yüreğim..
Son kibrit çöpü sönmüş, sımsıkı tuttuğum ellerimde..

Temmuz 10, 2013

ben sana

Ben sana ışıklar biriktirdimdi.. Oynanmamış oyunlar, şarkılar ve akşam ezanlarında titreyen koca gözlü bir kız çocuğu biriktirdimdi..

Oyunların en uslu çocuğu, hayallerin en iflah olmazıydı..

Ben sana, yaşanmamış bir ömür biriktirdimdi.. Cebimde kaldı..

Mart 20, 2013

AŞINMA


 İzmir fuarındaki sırtlanı düşünüyorum. Kafesinin beton tabanı çepeçevre aşınmış; gezinmekten.
Aşınan yer, kafesin en uzun yolu..."
 
Yusuf Atılgan, Saatların Tıkırtısı

seçme şiirler

"Kırk yaşımızda,
yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz..."
 
Rene Char

sinek ısırıklarının müellifi

Barış Bıçakçı'nın son romanı Sinek Isırıklarının Müellifi, öncelikle ismiyle dikkat çekiyor..
 
Yazar olma hayalleriyle, kurulu düzenini bozan Cemil'in yayınevine bıraktığı kitap dosyası yüzlerce benzerinin arasında beklerken, aslında tozlananın ömürler olduğunu anlatıyor yazar, bir şey anlatma amacı gütmeyerek hem de.. Sanki oradan geçiyormuşsunuz da perdeyi aralamışsınızca bir yaşamın orta yerinde buluyorsunuz kendinizi. O toplu konutun izbe yalnızlığının paydaşlarından biri oluyorsunuz. Yokuştan ağır ağır tırmanan 542 nolu otobüsü camdan seyrediyorsunuz. Akıtan banyonun altındaki nemlenmeyi anlamak için gazeteler seriyorsunuz zemine.. Birden siz de o zeminde oluyorsunuz..
 
Ruhsal söküklerin teğellenerek onarılamayacağı, sağlam dikişlere ihtiyaç olduğu bir coğrafyanın insanları, kendilerinden kaçışlarında ille de bir şeyler söylemek istiyorlar.
 
Bıçakçı, edebiyatın bir aforizmanın ötesinde bir şey olduğunu anlatıyor ısrarla. Aforizma, kanayan yaraya pamuktur çünkü.  Onarmaz, iyileştirmez, kanı durdurur yalnız.. Halbuki edebiyat, kökünden çözmeli, gerekirse acıtmalı.. Ama Cemil, sinek ısırığı gibi bir acı bırakıyor yalnız, yazdıklarıyla.. İşte o yüzden sinek ısırıklarının müellifi sayıyor kendini..
 
Barış Bıçakçı'nın genel tarzını sergileyen bu son kitap da diğerleri gibi bitiyor; yani bitmiyor.. Onca okunan sayfaya ve yaklaşılan hayata rağmen eşikte kalıveriyorsunuz.. Kesit romanı yazıyor çünkü o, onunla akan sular bir yere varmıyor; ama akış o kadar büyülü ki kendinizi kaptırıyorsunuz..
 
İlle de dramatik, trajik, vurucu bir son bekleyendenseniz bu kitabı okumayın.. Adı üstünde,o sonla vurmuyor okuyucuyu.. Sinek ısırığı gibi bir şey oluyor, azıcık acıtıyor, geçiyor..
 
Ama kaşıntısı hep oracıkta kalıyor...
 
Kitaptan
 
"Kitaplar, bir bakıma başarılmış, tamamlanmış şeylerdir. Oysa hayat başarılmayan ve tamamlanmayan şeylerle doludur. Siz dalgaların arasında boğuşurken edebiyatçılar kıyıda güneşlenip matelerini yudumlarlar...
 
İtanbu'da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm. Ankara'da insan sadece Ankara'nın haline üzülüyor...
 
Halbuki sızıntı hep vardır; ip gibi, yaşadıklarımızdan, okuduğumuz kitaplardan, seyrettiğimiz filmlerden zihnimize akan bir şeyler hep vardır...

 
Kör biri görmeye başlayınca ne oluyor biliyor musun? Her gördüğüne inanır...


Hayat dediğimiz sadece kimyadan ibaret.. Periyodik tabloyu ezberlesek yeter.. Evrendeki en bol iki elementin, hidrojen ile helyumun, aynı zamanda en hafif iki element olması her şeyi açıklıyor zaten. Böyle hafif bir evrende anlam ne arasın? Anlam ağırdır, dibe çöker.Falcılar bu nedenle kahvenin telvesine bakar.."
 

Mart 19, 2013

içimiz dışımız

Bir çocuğun gelişigüzel yaptığı bir suluboya resim gibi duruyoruz masanın üzerinde.. Sürekli bir kuruma isteği, kurayalım da duvara asılalım beklentisi.. Durduğumuz zemin, değiştirebilirmiş gibi sayfanın üzerindekini.. Ama öyle zannedilir, nereye asıldığınız ve çerçeveniz  belirler cehenneminizi..
 
Ve gün pul pul dökülüyor tuttuğumuz yerinden.. Boşlukları hep birileri dolduruyor.. Birilerinin ve bir şeylerin yoklukları ısrarla hiç dolmuyor.. Derin bir oyuğa öykünüyor yaşananlar hayal edilenin kıyısında.. Birkaç tahtası eksik bir salla vahşi doğaya açılıyor beklentiler..Onlardan uzun süre haber alınamıyor..
 
Belki binlerce kişi şu an bu dili kullanarak ağlıyor, gülüyor, susuyor; dilsizleşiyor. Bir dili kullanmak en çok da o dilde susmaktır ya, susuyoruz.. Yanımızdan ırmaklar geçiyor, kitleler kütleler halinde aynı yöne yürüyor, aynı eyleme evriliyor, aynı düşülkelerini iç ceplerinde terk ediyor..
 
Yaşamak bu kadar çoğul değil, birlikte yaptığıklarımız kadar.. İnsan, yalnız; gözyaşı, yalnızken yıkıyor yüzümüzü.. Duvarlar kalabalıklarda örülüyor üzerimize..
 
Kalın duvarlar ardında masanın üzerinde bir kağıdı suluboyuyoruz.. Kuru kuruya vazgeçtiğimiz içcebimiz en uzağımızda kalıyor; içimiz aslında en dışımız..

Mart 10, 2013

gri kalabalıktan yücelere yolculuk

Yaşam belki hep gri.. Onu renkli kılan sevdiklerimizin dokunuşları..
Seyrettiğimiz bir filmle değişen  açılar, şiirlerde sevdalar, dinlediğimiz bir müzikle pencereden süzülen bahar..
Belki gün boyu denk gelen yeşil ışıklar..
Ama en çok mutlu eden insanı, o gri kalabalıktan sonsuz maviliklere yücelten
elinizin üzerindeki o sıcacık el,
durmaksızın güveni heceleyen..

Mart 03, 2013

uçurum

Doğum günlerini kutladığın insanların sene-i devriyelerini andıkça (mı) başlıyor yaşlanma..
Azar azar.. Denizin yavaş yavaş aşındırdığı iskelenin ayakları gibi..
Sonra bir avuç insan, iki metre bez, bir kürek toprak, birkaç kırık dökük dua..
Aşındıkça dağılma, parçalanma.. Parçalandıkça azalma..
 
Bir ağacın daha yemyeşilken yıkılması gönül bahçemizden..Ardında kocaman bir boşluk bırakması ve onulmaz bir uçurum; bizimle hayat arasında..

Şubat 27, 2013

Sadako ve Kağıttan Bin Turna Kuşu

Savaşa hayır, çünkü o savaş; diyordu küçük bir çocuk kısa pantolonuyla sokaklarda koştururken.. Açıklaması içinde olan bir nedenle barışmayı istiyordu. Keşke küçükken oyunlarda bir el hareketiyle yaptığımız kadar kolay olsaydı barışmak..
 
Barış, ortak köklüydü ama.. İsim olması kadar bir eylemdi de.. Eyleme dönüşmeyince sadece isimde kalıyordu..
Sadako ve Kağıttan Bin Turna Kuşu, barışa inancı emziren bir çocuk kitabı..
Sadako Sasaki, Japonya'ya atom bombası atıldığında 2 yaşında olan bir kız çocuğu..
Atom bombasının etkisiyle  yıllar sonra, vücuduna aldığı radyasyonun yol açtığı bir lösemi hastalığının pençesine düşer.
Çok hızlı koşmaktadır. En büyük hayali okulun atletizm takımına girebilmektir. Hayalinin gerçekleşmesine çok yaklaştığı bir vakitte hastane odalarının soğuk duvarlarıyla karşılaşır..
Ahh çocukluğun onulmaz oyunbazlığı, umutta inatçılığı..
Eski bir Japon efsanesi der ki: Bir insan hastalandığında kağıttan bin adet turna kuşu yaparsa, bunu gören tanrılar bu kişiyi sağlığına kavuşturacaktır.

 
Bu efsaneyi duyan Sadako, hastane yatağında aralıksız kağıt katlamaya başlar.. Odasının tavanına iplerle asılan turna kuşlarının kanatlarına "HUZUR" yazmak ister.."Sizin kanatlarınıza huzur yazacağım. Böylece tüm dünyada uçabileceksiniz."

Nazım'ın kapı kapı gezerek barış için imza isteyen "Küçük Kız Çocuğu"yla karşılaşmış mıydı Sadako, bilmem ama o aynı istekle, bütün dünyada barış içinde kanat çırpacak 644 turna kuşu katlar gittikçe incelen parmaklarıyla..
 
Öyle bir kararlılıkla ve umutla yapıyor ki bunu, güçlü parmaklarınızla çekiştirdiğiniz karanlıktan utanıyorsunuz. Sadako'nun 645. turna kuşunu katlayamadan bırakıp gittiği, çocukların büyüklerin büyük(!) hırslarına heba edildiği dünyanın çirkinliğinden utanıyorsunuz..
...  
ABD'de Seattle Parkında bulunan Sadako Heykeli, elinde origamiden bir turnayla kaydediyor Sadako'yu insanlığın karanlık tarihine.. Bir özür mü, bir soyutlanma mı, bir inkar mı bilinmez..    
 
Ölümünden sonra Hiroşima'yla özdeşleşen Sadako'nun ve kağıttan turna kuşlarının öyküsü; uçurumun kenarında bile umud etmeyi salıveriyor içinize.. Sıcacık ve çocuksu...

Şubat 25, 2013

bir anne öldüğünde..

Bir anne öldüğünde, ne çok şey ölür..
Sevinçle kalktığınız bayram sabahları, okuduğunuz kitapların en anlamlısı karanlığa gömülür.
Ellerinin lezzeti, üstümüzden eksik olmayan nefesi, sobanın üzerinde cızırdayan çayın rengi, çocukluğunuzun sokak oyunlarının doyulmaz neşesi arasından yükselen "bizi eve çağıran sesi, hiç düşünmeden yaslandığımız duvarların güveni, kokuların en cenneti ölür..
Bir anne öldüğünde;
Büyüme ihtimali ölür aslında.. 
Çünkü bir daha hiç büyüyemeyecek olan bir çocuk bırakır ardında..

Şubat 24, 2013

MAVİYE KESERKEN GÜN

her şeyimin birden maviye kesmesi
iyileşmez çocukluğum yüzündendir..

AFŞAR TİMUÇİN

intibak kabiliyeti

Yaşamak dediğin;
 
En çok  da bir intibak kabiliyeti...
 
Alışmak yaşanana ve yaşanacak olana; karışmak zamana ve zamanlara sığmayana..
 
Tozlaşmak,
Bir çiçek olmayı düşlerken dağılmak varoluşların karmaşasına..

tanık mısın?

Yazmak,
 
Zamana meydan okumaktır.. Yüzyıl sonrasına tazecik açacak tohumlar ekmektir bulduğun her toprak parçasına..
 
Yazmak,
 
Öldükten sonra yaşamak için, tanıklar aramaktır.. Bir mısrayla, bir satırla, bir kitapla yüzyıllar sonra  da...

kayıp anahtar

Bir adam, bir kedi, bir şarkı..
 
Anılardan güne süzülen bir damla gözyaşı...
 
Adam, küskün; yüzyıllık bir hüzün yüzünde, hatlarına işlemiş bir mahsunluk..
 
Kedi, kimsesiz.. Rüzgarlı kentin soğuk gecelerinde eve alınıp ak pak edilmiş ama sahiplenil(e)memiş.. İnsan kendine sahip olmayınca, her şey elinden kayıp gidiyor, bilemez ki..
 
Bir şarkı, yarım.. Tamamlanmamış bir düşün bütün ezgileri, bütün uykusuzlukları, bütün ter içinde kabuslardan uyanışları, yağmur duaları, kentin bütün topal martıları ve yakasız köprüleri gibi yarım bir şarkı..
 
Zamanın hapsinde yarım kalmışlıklar, kapanmayan kapılar, kayıp anahtarlar,  görülmeyen hesaplar, hafifletilmeyen vicdanlar.. hiç bitmezdi ki..

Şubat 19, 2013

"Hayır, başka bir dünya mümkün!" diyebilmek için..

Bu ülkede yaşamaktan, onunla aynı dili konuşuyor olmaktan; kitaplarını çeviri olarak değil de anadilinde okuyor olmaktan anlatılamaz bir gurur duyduğum sivri dilli yazarımız Ece Temelkuran ne yazsa okunur diye düşünenlerdenim. Bu kitap da onlardan biri..
 
Venezuela'daki Halk Devrimini; zenginleri ve yoksulları birbirinden ayıran uçurumlarla bir anlatan kitap; küçük insanların büyük değişimlere nasıl yol açacağına dair inancı taze tutuyor.
 
Dünya basınının çoğu, devrimi küçük puntolu haberlerle geç(iştir)ip, kapitalist düzenin tahtını koruma uğraşını sürdürürken; Temelkuran "Hayır, başka bir dünya mümkün!" diyor sür manşetten.. Onun sorgulayan ve ümitvar sözcükleriyle daha bir direnilesi oluyor yaşam...
 
Kitaptan
 
"İnsanlık, son yüzyılda, en az tanrı kadar iyi bir masal daha üretti: neo-liberalizmin yeryüzünün yapabileceği en iyi şey olduğuna dair bir masal bu. Başka hangi yüzyılda krallar, daha az kişinin daha çok yiyeceği, daha çok kişinin aç kalarak öleceğini ve herkes için en iyisinin bu olduğunu söylese bu kadar geniş bir tebayı inandırabilirlerdi kendine? Hangi kral, "Gökyüzünün ve yeryüzünün tüm renklerini yok olana kadar sömüreceğiz maviyi ve yeşili. Doğanın kusmuklarından çiklet ve deodorant yapacağız," dese, hangi çılgın teba sevinçle koşar da çikletlerle deodorantları almaya?

"Asyalı çocukları tuvalete bile gitmelerini yasaklayarak çalıştıracağız ve onların küçük elleriyle yaptıkları plastik oyuncakları hazır yemek zincirlerinde dünyanın dört bir yerinde hediye olarak, zehirli "çocuk menüleriyle" birlikte başka çocuklara vereceğiz. Böylece doğu'daki ve batı'daki çocukların aynı anda canına okuyacağız" dese krallar, hangi cahil ortaçağ insanı inanırdı buna?
.....
Batı'da insanların yapılanlardan vicdan azabı duymasın diye yeni filmler üreteceğiz durmadan. Kötü adamları vampirlerden ve şeytanlardan tutacağız. Gençler artık dünyayı kurtarmak istemeyecekler çünkü kötülüğün, vampirler ve ufo'lardan geldiğine inanacaklar. Eski isyan hikâyelerini onlardan o kadar iyi saklayacağız ki yoksunluğun kaderleri olduğuna başka bir şey bilmeyecekler. Öfkelendikçe elerindeki "play station" düğmelerine daha hızlı basıp hayali canavarları öldürecekler.
......
Bütün bunlar olurken, bütün bunlar geçip giderken, karın kaslarımızın düzleşmesi için yeni aletler icat edilecek ve victoria's secret defilesi için yeni seçmeler yapılacak. Güzellik yarışmalarında kızlar insanlara yardım etmekten söz edecek ve dünya barışından: ama yine de en güzel memelisi birinci gelecek. Araba ve kot pantolon reklâmlarında icat edilecek hayat sloganları. Giderek daha büyük kalabalıklar içlerindeki çocuklarımızı göndermek için en iyi okulları bulmaya çalışacağız ve bu okulların hiç biri çocuklara ağaçların isimlerini öğretemeyecek, bir simidi tam ikiye bölerek paylaşmayı ve arka sıralarda oturan bahtsızlarla dayanışmayı.
..
Biz başka bütün hayat seçeneklerinin hayal olduğuna inanacağız bu keşmekeşin içinde. Ya ulaşılamayacak kadar güzel ya güzel olamayacak kadar masalsı..
****
Yolculuk, bir düşmek ve kalkmak meselesidir. Eve yaralarla dönülmüyorsa, hiç gidilmemiştir.
.....
Sadece uzaklardan gelenler bilirler evlerinin kokusunu.. Yollara evlerimizi anlamak için çıkılır. Fakat yolda bulduğun cevaplar eve geldiğinde, yakalanmış bir kelebeğin renklerinin sönmesi gibi, parça parça dağılır. Yola ait cümleler, yazıktır ki, hep yolda kalır.
....
Bazısı insanların, durulmadan ölür. Kimisi yosun tutmaz hiç. Dünya ve insanlık, o insanların hayalleriyle iyileşir.."

Şubat 16, 2013

yoğurdu üfleyen dudaklarımız/la

Bir şeyi saklamak istiyorsan, açığa koy; oraya bakmak kimsenin aklına gelmez,  diyor zihnimdeki ses kamera tam da onu gösterirken..
Bir drama dersi daha, bu sefer 10 yaş; bir masalın ipliğini eğiriyoruz birlik içinde..
İki dev sofraya oturmuşlar yemek yemek için... Biri ilk lokmayı ağzına atar atmaz yanıp kavruluyor, bir gölde alıyor soluğu.. Gölün suyu bile derman olamıyor ateşine..
Diğeri sakince yemeye devam ediyor, hiçbir yanma belirtisi göstermeden..
Ateşini yeni söndüren dev soruyor:
- Peki ama, ben bu denli yanarken, sen  neden yanmadın, neden bu kadar rahatsın?
Sakin sakin yanıtlıyor diğeri:
- Ben, yediğimin acı olduğunu düşünmeden yiyorum. Yani şimdi düşünmüyorum, yalnızca yemek yiyorum...
- !
Beden çocuk çoğu zaman, zihin bizim derinlerde arayıp da bulamadığımızı masanın üzerinden alıp bakıyor.. Nazım'ın "bir çocuk gibi şaşarcasına yaşamak" dediği kıvamda bir merakla "sadece" yaşıyor.. Düşünmüyor, o acı mı, ağzımı yakar mı; o merdiven kırık mı, sallanır mı...
Bizim "tecrübe" olarak nitelendirdiğimiz zihin bağlarımız var çünkü ve yoğurdu bile üfleyen dudaklarımız..
Biz düşünce gücünü keşfe çıkarken, onlar hem düşünmenin hem yaşamanın aynı zamanda mümkün olamayacağını; düşünülenin de derinlemesine yaşanmış sayılamayacağını biliyor..

Çocuk kalmanın dayanılmaz hafifliği... Onlardan aldığım güçle, ıslanacağımı düşünmeden yağmurlu sokağa dalıyorum..

Şubat 13, 2013

çocukluğun derinliği


geçip giderken ağustoslar...


Karınca gibi yaşıyoruz..Hep birkaç adım sonrasını düşünerek.. Yazın keyfini çıkartmak dururken, kış için yiyecek depolamayı seçerek.. Yazın, kışın, her yaşın, her çağın bir güzelliği olduğunu unutup gelecek bankasının hesabını doldurmaya çalışıyoruz..
 
Ne çok aç ve açıkta kalmışız ki biz, genlerimize işlemiş yok'luk.. Karşılaşmamak için kendisiyle elimizde avucumuzda ne varsa vermeye razıyız.. Yetmiyor, masalını yazıyoruz, dilden dile aktarıyoruz.. Çok çalış, hep çalış.. Parmak itinayla sallanarak: Yoksa ağustos böceği gibi olursunnnnn!!
 
Garibim ağustos böceği, hayatının çok büyük bir bölümünü toprak altında erginleşmeyi bekleyerek geçiriyor. Bir yaz ansızın gün ışığına kavuşuyor, saz çalmayıp da n'apsın?.. Mis gibi bir ağustos sabahı çiftleşerek, yaşamını tüm dokunulmamışlığıyla rüzgara verecek, kışı düşünmesine ne gerek? Adı üstünde Ağustos Böceği.. Eylülü göremeyecek olanın olur mu hiç ekimi?
 
Ama kanımıza işlemiş karıncalık! Çocukken bize söylenen aferin'leri silah olarak kullanmışlar belli ki.. Gerekliliklerin tetiğini çekmek için, aferin mermisi yerleştirmişler şarjöre.. Sonrası sen sağ, ben selamet.. Öyle bir ip gibi sraya geçmişiz ki, ne yapsak hizadan çıkamıyoruz, risk alamıyoruz, güven'siz yapamıyoruz..
 
Halbuki otoyolda şemsiye satan da insan, bir yolunu buluyor yaşamanın.. Garantisi olmasa da bir sonraki günün, güneş açıyor su satıyor. Her telden oynuyor, duruma göre şerbet sunuyor..
 
Aman, sonra naparım diyorum ben de; ya işler yolunda gitmezse, ya batarsam, ya çıkamazsam, bir kış daha bekleyeyim yıllardır düşlediğime bir adım atmak için..
 
Halbuki, Ağustos Böceği de bilmiyordu, isminin nerden geldiğini.. Gün ışığını yalnızca içinde bulunduğu ayda görebileceğini..

Şubat 12, 2013

yanıt kocaman ve siyah beyaz

Mesleklerle ilgili bir drama oturumu.. Katılımcılarım, 4 yaşındaki çocuklar..
Yanağımın kenarında beliren tebessüm ve gözümden usulca akan yaş içiçe.. Başlangıçla bitiş arasında zihin allak bullak, darma duman..
 
- Evett çocuklar, araba süren kişiye ne denirrr? (Elimde arabayı kullanmakta olan bir şoförün resmi, rengarenk..)
Çocuklar hep beraber ve olanca güçleriyle:
- Babaaaaaaaaa!
Tatlı bir gülümseme hızla yüzüme yayılan...
 
İkinci resim askerlik mesleğiyle ilgili, yeşiller içinde, bayraklar arasında bir asker:
- Pekii, askerler ne iş yapar?
 
Çocuklar... Pembe yanacıkları ve pürüzsüz yürekleriyle, yalansız ve hiç kirlenmemiş.. Rengarenk çocuklar.. Çocuklar küçücükk, altı bağlı kiminin..
 
Yanıt hep bir ağızdan ve çelişkisiz, öğrenilmiş çaresizlik.. Yanıt, koskocaman ve siyah beyaz:
 
- Şehiiiiit oluuurrrrr!
 
Ahh be çocukk, ne yapmalı da öğretmeli sana umudu , yere düşen ölmüş bir askerin miğferinden su içen barışçıl güvercinin ruhunu?
 
Koca koca adamlar kocaman bir ülkeyle oyun oynarken, oyunsuz bir dünyaya büyütüldüğünü nasıl etsem de söylesem..

Şubat 06, 2013

içinin şiirini yitiren insan

**portatif bir hayat/katlanılabilir**y.odabaşı
 
Görüyorum üşüyorsun...
 
Isınmak için ölesiye sarındığın fildişi kulelerin, maskelerin, süslerin sadece önünü görmeyi engelliyor o kadar..
 
İçinin canavarını doyurmak için saldırıyorsun alışverişlere, televizyondaki renk renk beden beden dizilere.. Giderek büyürken çaresizliğin, tekdüzelikte daha bir hız kazanıyorsun;kaçabilmek için kendinden.. 
 
İzlenilmeye ne kadar açsın, şaşkınlık verici.. Bir günde bilmemkaçyüz takipçi vaad eden linklerin çokluğu iç gıcıklayıcı.. O kadar yoksulsun ki, hiç tanımadığın insanların üstünden elde edeceğin skorlarla tamamlamaya çalışıyorsun azlığını.. Sayılara düşkünlüğün söyleyecek sözün olmadığından mı?
 
Parçalana parçalana yeni bir organizmaya dönüşüyorsun, içinin aynasına bakmayışın ondan.. Hırslarınla yaktığın köprüler geride kaldı, başkasına hazırladığın hançerler döndü dolaştı senin sırtına saplandı. Özünle aranda büyüyen uçurum köprüsüz kaldı.
 
Ömrün,iki yakası biraraya gelmeyen bir fermuarın ayazında daraldı.. Ne yana dönsen öbür yanın karanlığa daldı..
 
İçinin şiirini yitirdin ya, o gün bu gündür hiçbir öykü seni içine almadı...

yaratım ve mutsuzluk üzerine(ama kesinlikle umutsuzluk değil)

**Yazılanlar neden daha çok acıyı anlatır, insan neden daha çok mutsuzken yaratır; bunu düşünüyorum uzun zamandır..**
 
Mutluluk, bir gülümsemedir ağız dolusu.. Oysa acı yaradır, kanayan.. Kanadığı için pamuk basılır tene, kanadığı için merhem aranır derde.. Acının en iyi merhemi pis kanı akıtmaktır; paylaşmaktır..
 
Mutlu olursunuz ve geçer, uzun süreli bir mutluluğa hiçbir bünye ev sahipliği yapamaz. Dört mevsim boşuna mı var.. Tabiat ana bile kavrulur yanar, dört mevsim yaz olursa eğer.. Oysa kış, mücadedir, ısınmak için hareket etmek gerek, ya da ateşi körüklemek.. 
 
Mutluluk, yerçekimine kısa süre de olsa meydan okumaktır, hafiftir, Oysa acı, uzun yolda elinizde taşıdığınız bir tahta bavuldur, gittikçe ağırlaşır.
 
Mutluluk buğulu camlara parmak ucuyla çizilen kalpler, gülen yüzlerdir. Ve acı, buğuya can üfleyen o camı sırlarla kaplar.. Karanlıktır sır, ne yana dönseniz kendinize çarpar, kendinizi acıtırsınız. Kullanmayı bilirseniz  acı, en iyi aynadır..
 
Mutluluk uçucudur, bir bahar yeli gibi eser geçer.. Oysa acı'mak  tipidir; geçtiği yeri yaşanmaz kılar; acı'mak yaradır; iz bırakır..

İz'ini gizleyebileceğiniz en iyi sığınak sanattır..

zihnimin tavan arasından

İşte yine buradayım; başı ya da sonu olmayan yerde sözcüklerle başbaşayım..
 
Grip aşısı olduğu zaman  grip olursa insan; ne idiğü belirsiz bir hastalığa dönüşür, o çok bilindik sümüklüböcek sendromu.. Ne burnunuz akar, ne geniz akıntısı ama dipsiz bir uğultu beyninizin içinde dönüp durur, bir taraftan eklemlerinizin içinde bir asfalt kırma aracı iş üstündeyken..
 
Yazmayacağım demiştim, günübirlik yazıların asıl yazılması gerekeni geciktirdiğini düşünmüştüm. Virüs vücuda girmişken o burun akmalı'ydı.. Yoksa hastalık bir türlü hızını alamıyordu işte.. Akmasa da damlamalıydı..
 
Bazen ne yaparsanız yapın bir adım öteye gidemezsiniz. Şartlar ne kadar müsait olursa olsun, aynı su buharı her zaman yağmur olup damlamıyor. Yağmuru yağdırmak için akan musluğu kapamanızın, şemsiyeyi açıp yağmurluğunuzu giymenin bir önemi kalmayabiliyor..
 
Sait Faik gelir hep aklıma böyle zamanlarda.. Yazmamaya, bir daha hiç yazmamaya karar vererek yollara düşüp de tahta yontmak için yanına aldığı çakıyla kalemini açan Sait Faik; yazmasam deli olacaktım, diyor zihnimin tavan arasında..
 
Behçet Aysan az ötede kağıttan yaptığı işlemeli gemilere yüklüyor ya sevdasını, sözcüklerin yükünü yüzdürmek için rüzgara yalvarıyor: "rüzgâr bu şiiri sana götürsün/kâğıttan yaptığım o işlemeli kayıklar/ fırtınalara dayanan./ koş rüzgâr koş./yazmadan edemedim"
 
Ve daha niceleri sıralarını bekliyor, birikiyor birikiyor birikiyor.. Birikenler ağırlaştırıyor insanı, paylaşılmayanın ağırlığı azalıyor, sen onca zaman taşıdığınla kalıyorsun..
 
İnsan dediğin ağır bir şey, kolay kolay havalanmıyor düşleri.. Göçebelik olsa da genlerde,  bulduğu ilk kovuğa yerleşme, yapılaşma ve çoğalma derdinde.. Hayat desen sonsuz umman da olsa, gördüğün kadar..
 
O sonsuz ummanda ne zaman boğulsam sözcüklerin can yeleği imdadıma yetişti, ne zaman  düşlerimin elinden tutup göğe yükselsem kanatlarım sözcüktendi..
 
Kanatlarımı seviyorum; uçmayı, olaylara olduğu kadar kendime de çok yukarılardan bakmayı, süzülmeyi sonsuz mavilikte, sözcüklerin balmumu kanatlarıyla..
 
Yazmasam, hayallerin ipliğini eğiremem..
 
Ben, ben değilim hayallerin rengarenk ipliğini sözcüklerin gülibrişimiyle örmesem..