Eylül 29, 2012

terliklerimle geldiğim

Masanın üzerinde duran çiçeğin tazeliğine ne olur?
Daha ilk yangında, yangından ilk kuratılacaklar'a ya da ilk boranda önce çocuklar ve kadınlar'a ne olur?
Coşkunun dalgaları işte o zaman hangi kıyılara vurur, kabına sığacak bir sur nasıl bulur?
Sesinde "ne olcaksa olsun"un kokusu var..
Sessizliğinde bir türlü dile gel(e)meyen kaygılar..

Elini nereye koyacağını bilmenin rahatlığı,
sabah denizin sütliman olacağını bilmenin alışkanlığı neyin yerine kurar tahtını?

Sesimde yalnız gecelerin korkusu, ayağımda ev terlikleriyle yürüdüğüm yolun kuytusu, tozu...

Sesinde ben yokum.. Sessizliğim ondan..

alıntılar

"Neden bir de rüya görürüz? Her şey olup bittikten sonra neden bir de rüya görürüz? Karmaşanın, keşmekeşin, hayatın yorucu zenginliğinin içinde eksik kalan nedir ki, uykunun kuytusunda ille de tamamlanması gerekir?"

"Hayatımın en uçarı, en kapısı, penceresi açık dönemini özlemiştim.."

"Önce aşk vardır. Hatırlamak da, acı çekmek de, sevgilimize vereceğimiz çiçeğin fotosentezi de ondan sonra başlar.."

"Birine aşık olunca, ömrün boyunca onu aramışsında sonunda bulmuşsun gibi, geçmişini tekrar kurgularsın.."

"Kıyıdan uzaklaşmanın coşkusuyla iki kulaçta bir dönüp arkasına bakan çocuklar gibiydim..."

"Gülüşümüzün tüm dişleri tamamdı da gençliğimizin üç dişi eksikti.."

"Çünkü yaşayanların kavramları olurdu; yaşamayanların yasakları, suçları, günahları..."

"Her şey gerçekten Nihal'le ilgili miydi yoksa aklım bir dokuma tezgahı gibi mi çalışıyordu, her ipten aynı kumaşı dokuyordum?"

"Yeni neslin hisleri derine nüfuz etmiyor, derilerinde kaşıntılı kızarıklar olarak kalıyor mu diyeceğiz?"

"Yaşamak aslında birbirinden kopuk yaşantılar arasında bağlantılar kurmaktır. Bir hatırayı diğerine bir fotoğraf albümü değil yaşayan bir insan bağlar.."

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ- BARIŞ BIÇAKÇI

bizim büyük çaresizliğimiz

"Zor bir yazın zor günlerinde" yazmışım kapağına..
Aynı evde oturmasa da çaresizlikler birbiriyle kardeş gibi..
Ender ve Çetin'in hikayesi ansızın değil ama yavaş yavaş başlıyor.. Geliyor ve gitmiyor. Eksikleri fazlalıklarıyla orantılı, iyi bir yapbozu oluşturuyor onlar. Birbirlerini bulmalarının en başlıca nedeni bu.. En basitinden biri yemek yemeyi seviyor, diğeri yemek yapmayı.. Pay ve payda gibiler de bir kesir çizgileri eksik..Nihal'in ailesini kaybettikten sonra evlerine yerleşmesiyle o da tam oluyor.
Başlıyor bir büyük çaresizlik kendini beslemeye..
Sağlam bir dostluğun paha biçilemez tadı, yakıcı bir aşkın iç parçalayıcı ve kafa zonklatıcı ağırlığı.. Çelişkiler, acaba öyle miler.. Yeni yazılmaya başlanılan alfabeler.. Çaresizliğin harfleriyle dokunan ama okunmayan bir yazgıdan kesitler..
Barış Bıçakçı'nın Sait Faik'le Oğuz Atay arası tarzı etkileyici..
Ben, "ille" okuyun derim..

Kitaptan:

"...İhtiyarlar şöyle der: "Neden bir tane! on tane alın!"
Bir gün biz de ihtiyarlayacağız Çetin. zZmbereğimiz boşalacak. İçimizde bakılacak, araştırılacak bir şey kalmayacak. Biz sadece biz olacağız, "ümitsizce kendimiz" olacağız. Hastane binalarına hayranlıkla bakacağız:"buranın kardiyoloji servisi iyiymiş diyorlar." İlaçlarımızı plastik bir margarin kutusuna koyup yanımızda taşıyacağız. Şehirde
yapamayacağız artık Çetin, binalardan ve otomobillerden usanacağız. Ankara'dan ayrılacağız. şehrimizden... Her şeyi satıp savıp deniz kıyısında bahçeli bir eve yerleşeceğiz. Bütün paralı şehirlilerin, sürükleyip getirdikleri maddi güvencelerle birlikte döküldükleri bu hayal-denize, ne yazık ki biz de döküleceğiz. Ağaçlarla ilgileneceğiz, bitkilerle ve onlara iyi gelecek şeylerle: ışıklarıyla, su gereksinimleriyle ve böcek ilaçlarıyla... Dış dünyanın bilgisiyle meşgul olacağız. Ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, balıklara isimleriyle sesleneceğiz. Şehirde, doğanın bizi yalnızca bir ceset olarak kabul edeceğini düşünürken, orada, deniz kıyısında doğaya aitmiş gibi hissedeceğiz kendimizi. Çıplaklığımızı seveceğiz. En önemli sistemlerin sindirim ve boşaltım sistemleri olduğu konusunda coşkulu bir biçimde hemfikir olacağız ve pekliğe iyi geldiğini bildiğimiz otları kurusun diye ters çevirip sayvanın tavanına asacağız.

Sen sormadan söyleyeyim, balık da tutacağız Çetin. küçük bir motorla sabahları pata pata balığa çıkacağız. Tatile gelen genç, hevesli oltacıların "Burada ne balığı çıkar?" sorusuna, birbirimize bakıp, "Say, aklına gelen bütün balıkları say, hepsi çıkar," diye yanıt vereceğiz.

Kışları, kıyı tenhalaştığında, sandalyelerimizi ılgınların altına koyup denizi seyredeceğiz. Geçmişten konuşacağız. Bütün yaşadıklarımızı bıkmadan, usanmadan ve artık utanmadan hatırlayacağız. Deniz azacak burnumuzun dibine kadar gelecek. Hırkalarımıza iyice sarınacağız. bedenlerimiz, olan biteni kabullenmemize olanak tanıyacak bir hızla çevikliğini, gücünü, dayanıklılığını yitirmiş olacak.

Hayatı, büyük çaresizliğimizi, nihayet anladığımızı düşüneceğiz. İçimizde bilmediğimiz bir şeylere isyan etme isteği doğacak.

Sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.

Bir gün başlarımızda şapkalarımızla bahçede çalışırken, genç bir kadın duvarın ardından seslenip, tek bir kökten mor, kırmızı, siyah ve sarı biberler veren süs biberinden bir tane koparıp koparamayacağını soracak. Sen ya da ben (ne fark eder!) şapkamızı çıkaracağız, başımızı kaşıyacağız ve yumuşak, kur yapar bir edayla, "Neden bir tane! on tane alın!" diyeceğiz..."

Eylül 18, 2012

kuyular,dostlar ve duVARLAR

Bazen insan bir duvarın başına gelir.. Dinleyen yalnız dört duvar olsun, dinledikçe taş kesilsin istenir.Dipsiz kuyuların en ipsizine usulca yaklaşılıp gam yükü itinayla yele verilir. Yel alır söyleneni, lal olur dili, esişi..

Dost dostun kuyusudur ya.. Bir süredir tüm dostlar kederden bir gömleği çıkarma uğraşında.. Bazen dışardan ne açık seçiktir gerçek ve çırılçıplak yapılıp edilecekler.. Ama gömlek üstündeyken insanın, üstüne üstlük keder terleri dökülüyorken, baştan çıkarılamıyorken bir zamanlar seviyle ve kendi ellerimizle üstümüze diktiğimiz gömlek; çıkış bulunamaz olur. Bilinmezlikle büyümüş gözlerimiz bir türlü sığmaz iki yaka bir dereye..  Nasıl olur da unutulur düğmeler, nasıl bir çaresizlikle iliklenir insan bilinmez. Ama dostlar işte böyle günler için varlar en çok. İçinden çıkmaya çalıştığımız,o en sevdiğimiz, gömleğin düğmeleriyle bizi yeniden yeniden yaren etmek için.. Kalmanın en güzel yanının bir gün gidebilmek olduğunu anımsatmak için..


Fark ettim de tam da böyle zamanlarda çıkıyor, insanın içine sığdıramadığı gerçek benliği. Bu gün gözyaşlarıyla kardığı kumdan, kaleler yapmaya çalışan dostuma söylediğim teselli cümleleri ile uyandım derin uykumdan.. Oysa ne çok kalıpla örülmüş insan zihni, ne çok içimize işlemişler ve ne çok -en çok- kendimizi kendimize uzak etmişler..

Bir şey oluyor ve geçici süreyle gözlerimize inen perde açılıyor. Hamile kalıp  hormonlarımız yükseliyor, sevdiğimiz biri sonsuzluğa gönderiliyor, hesapsızca içliyor, ağlanıyor... İşte tam orda bir perde açılıyor, bizim duvar zannettiğimiz bir perde. Bir an arkasının günlük güneşlik olduğunu görüveriyoruz. Çoktan kısırlaştırılmış benliğimiz ve kötürümleştirilmiş dermanımızla yollara bakıyoruz. Bir an güneş doğuyor gözlerimizin bebeğine. Uzun bir uykunun esnemesiyle yeni bir ömre uyanıyoruz..

Paniğe kapılmayın, damarlarımızda hissettiğimiz an "gerçekte olmak istediğimiz insan"ı hızla geri koşmaya başlıyoruz. Uykular ne de güzelmiş'ler, duvarı iyi ki örmüşler, yoksa biz nereye yaslardık üşümüş, kirlenmiş, çok ürkmüş ve köhnemiş ruhlarımızı?

Ne kuyular, ne dostlar..
İnsan görmek istemeyince yalnız, duvarlar var..

Eylül 17, 2012

oyunbaza veda

Ben seni beklemedimdi..
Çocuk gözleriyle bakan biraz hin, biraz masum; çokça oyunbaz bir eylüldü beklediğim..Yüzüme vuran rüzgardı, çığlık çığlığa gaza basıp geçtiğim kırmızı ışıklardı..
Aynaya bakar gibi bakmayı, bir sudan bir suya akar gibi gönle akmayı; dolunay gelince evimizin penceresine, istemediğimiz ne varsa yorgun bir kağıda bir bir yazıp yakmayı; külleriyle bir rüzgara takılıp kaçmayı bekledimdi..
Kapatıp "mış gibi" yaşanan bir ömrün kapısını hayallerin dört nala göğüne pupa yelken kanat açmayı istedimdi..

Yine hazan, yine hüzün.. Elbet ardından gelecek eflatun bir yaz var'dı..
Bir masalın önsözü mü sonsözü mü bilemediğim bir sağanakta; evlerinin önü mersin türküsünün hemen karşı sokağında ben hiçbir şeye değil yalnız sana geldimdi..
"Ve sonra yağmur yağdı.. "

Eylül 09, 2012

son kişot

Suyun üstüne zıplayan balığın sırına ermek istiyorum..
Uzun zamandır..
Alışkanlıkları süzgeçlerinin tersiyle geride bırakıp, kendi ağırlığını sırtlanıp dışardaki hayatı soluyan o balığı nefes alamayacağı bir boşluğa zıplatan o güce ulaşmak istiyorum..
Dönüş tekrar suya olsa da, son nefes havada bırakılsa da..
Uzun zamandır, daha yükseğe sıçramak için nefesimi tutuyorum..

insani ve toplumsal duymazlılık

Pazar pazar gittiğim yoldan geri dönerken yine yolda bir kedi ölüsüyle karşılaşıyorum. Direksiyonu diğer yana çeviriyorum, üstünden geçen olmamak için..
Yaz mevsimi, sokak hayvanlarının hızla asfalta serildiği bir "yas" mevsimi sanki.. Ve öylesi alışılıyor ki bu görüntüye; yolda yatan o ölü, dengesiz bir logar kapağıyla eşdeğer tutuluyor. Direksiyon itinayla diğer yöne çevriliyor. Olay yerini geçtikten hemen sonra dikiz aynasıyla son kontrol yapılıyor, üstünden geçtim mi geçmedim mi?
Bir canlıyı asfalta serdikten sonra gazlayıp uzaklaşan insan kalabalığı için, neden bu kadar önemli "yerdekini" çiğnememek? Hala içimizde vicdan denen insani pencereyi taşıdığımızdan mı yoksa koyun pazarında kendi bacağımızı ipten kurtarmaya çalıştığımızdan mı?  Çiğnemek onaylamak demek bizim düzmantık zihinlerimizde. Evet, ezecek ya da yol ortasında bırakacak kadar cani değiliz. Üstünden geçemeyecek kadar da olayın dışındayız. O direksiyon hamlesinin belki de tek amacı, kendimizi vahşetin dışında tutmak..
Tıpkı her gün çok dozda verilen vahşet haberlerinin bir türlü içine giremediğimiz gibi.. Sarhoş tır şoförünün biçtiği on araçtaki on sekiz can kadar ayrıldığı eşi tarafından çocuklarının gözü önünde kıtır kıtır kesilen Merve de bizden değil. Ne için, hangi yolda can verdiği -bizim için hala- bir muamma olan şehitlerimizin haberlerini bir korku filmi seyreder gibi seyretmemiz bundan.. En fazla gözlerimiz dolarak, bir anda buz kesen ayaklarımızı dizlerimizin altında toplayarak, uyuşan ellerimizi ovalayarak, bu gibi durumlarda dilimizi damağımıza çarptırarak çıkardığımız "faytoncu" ünlemiyle direksiyonu sağa doğru yönlendiriyoruz.  Düğmeye basıp kanalı çeviriyor, televizyonu kapatıyor; yolu değiştiriyoruz.
İçinde değiliz bu vahşetin, öyle sanıyoruz. Habuki haykırırken boğazımızda düğümlenemeyen her sözcük boynumuza asılıyor, giderek ağırlaşıyoruz. Vicdani ve insani körlükten giderek kafamızı kaldıramıyoruz. Dokunmuyor, duymuyor, görmüyoruz olup biteni.. Dış mihrakların işine faytoncu ünlemiyle tempo tutarken kaç pazar, kaç bahar geçiyor, kaç cemre düşüyor. Amerikan kapılarla, bilgisayar destekli alarmlarla sıkıca ördüğümüz duvarların içine giremiyor insanlık, her vahşette biraz daha sınıfta kalıyoruz. Koştura koştura sınıf atlama telaşımız bundan..
O asfaltın üzerinde yatan bizden biri olana kadar açılmayacak gözlerimizle naylon bir saaadet içinde yaşayıp gidiyoruz..
Mutluluk bu diyarları biz onu yalnızca kendimiz için istediğimiz günden beri terketmiş; o yüzden durmadan mutluluklar diliyoruz.. Mutlu pazarlar, yeni evlenen çifte mutluluklar.. Her yeni gün, her değişen durum bir umut; kaybedileni bulmak yolunda..

Olmuyor, mutlu baharlar bir daha gelmiyor..Toprağa düşen cemreyi göremediğimizden bu güne, içimize de cemre düşmüyor artık.

Eylül 07, 2012

gelişine vurmak

Daha izlenecek  gün batımları, düşülecek uzun yollar, fora edilecek  yelkenler var..
Raydan çıkarılacak trenler, yaydan çıkacak oklar, yoldan çıkarılacak doğrular bizi kollar..
Ve yollar..
İçindeki sesi duymamanın garip bir sızısı olur. Gözleri uzaklara yatırıp da gidememelerin hiçbir yerde gerçekten kalamamaları.. Ve kainatın bahşettiğini her şeyden önce kendine göstermeyenlerin önlenemez bir serbest düşüşü..
Oysa hayat oynadığımız oyunlardan pek de farklı değil..  Keyfine varamamamız, skora takılmamızdan.. Gelişine vuramayacak kadar korkuyor olmamızdan..

batmayı sevmek

Elbette biliyorsun..
Kendine yardım etmek istemeyen birine, yardımı dokunmaz hiç kimsenin..
Görmek istemeyenden kör, duymak istemeyenden sağır bulunmaz;
yapışır bir karanlık, sevincine; aydınlığı görmek istemeyenin..
Biliyorsun, biliyorsun hepsini..
İnsan batmak istiyorsa tutamaz onu suyun kaldırma kuvveti..