Şubat 16, 2013

yoğurdu üfleyen dudaklarımız/la

Bir şeyi saklamak istiyorsan, açığa koy; oraya bakmak kimsenin aklına gelmez,  diyor zihnimdeki ses kamera tam da onu gösterirken..
Bir drama dersi daha, bu sefer 10 yaş; bir masalın ipliğini eğiriyoruz birlik içinde..
İki dev sofraya oturmuşlar yemek yemek için... Biri ilk lokmayı ağzına atar atmaz yanıp kavruluyor, bir gölde alıyor soluğu.. Gölün suyu bile derman olamıyor ateşine..
Diğeri sakince yemeye devam ediyor, hiçbir yanma belirtisi göstermeden..
Ateşini yeni söndüren dev soruyor:
- Peki ama, ben bu denli yanarken, sen  neden yanmadın, neden bu kadar rahatsın?
Sakin sakin yanıtlıyor diğeri:
- Ben, yediğimin acı olduğunu düşünmeden yiyorum. Yani şimdi düşünmüyorum, yalnızca yemek yiyorum...
- !
Beden çocuk çoğu zaman, zihin bizim derinlerde arayıp da bulamadığımızı masanın üzerinden alıp bakıyor.. Nazım'ın "bir çocuk gibi şaşarcasına yaşamak" dediği kıvamda bir merakla "sadece" yaşıyor.. Düşünmüyor, o acı mı, ağzımı yakar mı; o merdiven kırık mı, sallanır mı...
Bizim "tecrübe" olarak nitelendirdiğimiz zihin bağlarımız var çünkü ve yoğurdu bile üfleyen dudaklarımız..
Biz düşünce gücünü keşfe çıkarken, onlar hem düşünmenin hem yaşamanın aynı zamanda mümkün olamayacağını; düşünülenin de derinlemesine yaşanmış sayılamayacağını biliyor..

Çocuk kalmanın dayanılmaz hafifliği... Onlardan aldığım güçle, ıslanacağımı düşünmeden yağmurlu sokağa dalıyorum..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder