Ocak 31, 2010

sağır bülbül, kör baykuş..

Sen, ipini kendinden esirgeyen kuyu..
Yalnız kendini ıslatmayan kıyı..
Ruhunun limanlarından kaçak gemilere bindirirken kendini, sana değil hiçbir yolculuk..
Sağır bülbül, kör baykuş..
Halihazırda kanatların varken; gökler bu dem dayanılmaz maviyken..
Kendinden bunca kaçış neden?

Ocak 29, 2010

perde, kapı, duvar..

Gece, perde perde çekildi gün.. İçimde, yerini sevmeyen bir çiçeğin huzursuzluğu ve üşüyen kentin uykusuzluğu..
Sen, kendine kilitli kapı; iyi uyku..

Ocak 27, 2010

iyi olduğuna sevindim


Uzun bir hastalıktan sonra gözlerini ilk defa açanlar bilirler, her yer başka görünür insana..İlk defa gelinen bir şehrin ürkekliğiyle incelersiniz kırk yıllık bağı,bahçeyi,güneşi.. ”Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..” dizeleri takılır ille dudaklarınıza.. Bazen ‘içerde’ olmak gibidir hastalanmak..
Yatmaktan ağrımış kemikleriniz yerle yeksanlıktan kurtulup da ayaklarınızın üzerinde yükseldiğinizde; yeni yürümeye başlayan çocuk gibi desteksiz ayakta durmanın zevkini yaşarsınız. İlaç şişelerinden yaptığınız kuleden sıyrılıp da açılan camdan içeri sızan karın kokusunu duyumsarsınız..
Duvarınızdaki resim bile o güne kadar anlatmadığı şeyleri anlatır, uzun süredir bir tablo gibi kıpırtısız yatıyorsanız eğer..

Sonra ağzınızdan ilk su yudumları, ana gibi yar olmaz çorbaları geçer..İlk aynaya bakma,tartıyla selamlaşma.. Kemikleri sayılan bedenine duyduğun vefa borcunla sana uzanan her kaşığa ağzını açma.. “Üstünü iyi ört, yemezsen iyileşemezsin..Şimdi ilaç saati. Sen uyurken falanca geldi,geçmiş olsun diye.. “ sesleri birbirine karışırken her yazının içine ille de girme meraklısı olan bahçenizdeki erik ağacına bakarsınız..Tüyü tüsü gitmiş de karlara açmış koynunu.. Zamanı geldiğinde yine yeşil yeşil bahara duracağını bilirsiniz. Koşulsuz sevmeyi her mevsim bir ağaçtan dal dal yeniden öğrenirsiniz.. Erken kış güneşleri açıp kandırsa da erik ağacını, yağmurlar az yağsa da ille yaz geldi mi, eğer dolu dallarını uzanıp yiyebilsinler diye çocuklar meyvalarını..
Uzun bir hastalıktan sonra gözlerini ilk defa açanlar bilirler.. Dertler o kadar dert, uzaklar o kadar uzak değildir aslında.. Ve sevgi en büyük şifadır insanın hayatında.. “Gel” dediğinizde iki eli kanda olsa geleceğini bildiğiniz bir antibiyotiğin sevecen sesi, hızla karışır kanınıza..”İyi olduğuna sevindim..”

Ocak 22, 2010

düşler düşmeden de tutulur


Çocukluğumun soğuk, kalın duvarlı ve karanlık evi... Çocukken her şey ne kadar büyük, biz küçüğüz diye mi?
Saatlerce bakıp da kimsesizliğime ağladığım duvarların şahitlik ettiği sıcacık bir odaya açılan bir kapı vardı, orda bir yerde; düşten bile hafif olan yerde..
Açıldığında yollar, gizli saklı kapısını açtığım o odanın tam orta yerine mağrurca kurulmuş bir müzik kutusu, sıcacık bakışlarıyla beni beklerdi. Parmaklarımın ucuyla kat ettiğim yollar, ne güzeldi..
Kapağını açtığımda kutunun içinde bir balerin raks ederdi.. Kurardım müzik kutusunu, balerin kız tüm masumiyetiyle dönerdi.
O döndüğünde, dünya dururdu.. Dünya, o olurdu..
Ben başımı ellerimin arasına alarak, masallar ülkesine dalan bir prenses edasıyla süzülürdüm o kuleden bir diğerine.. 
Orda düşler hep, tüm hazır kıta atlarıyla nöbet beklerdi.. Atlar masallara giderdi.. Balerin tüm ihtişamıyla dönüp dururken ömrü, onun ışığında eriyen Kurşun Asker olurdum..Erirken bile mutluluktum..
Sonra müzik biterdi, kalın duvarlı koca evlerin hüznü yapışırdı sessizliğime. Gözlerimden bir damla kurşun düşerdi.. Düşler, erirdi müziğin bittiği yerde..
O müzik kutusu, masallar diyarına giden kapısıydı ömrün.. Orada bir yerlerde, düşlere akıp giden bir nehrin içinde, şeker olsa erimezdi.. Uyanırken çocuklar en güzel günaydınlarına, bir müzik hayallere olan inancı beslerdi...
Hanidir, unuttuğum o ses, uzun yıllar sonra kapılarını açtı, bir kış sabahında; uyanmışken en güzel günaydınlara; düşler, dedi bir ses, düşler düşmeden de tutulur..
Biliyorum cann, biliyorum; benim sana tutulduğum gibi..
Şimdi sesin; çocukluğumun soğuk ve karanlık odalarını aydınlatan, çocuk gülüşleriyle saran o müzik kutusunun müziği...
Gözlerinle açılır düşlerin ve gerçeğin bin bir rengi, kilidi..

Ocak 21, 2010

bulut


güneşini bekleyen
ıslak çamaşırlar gibiyim,
ve hayat..
parçalı bulutlu…

en uzun yanıt


Bu gün oyun oynayasım yok sözcüklerle..
Arayıp bulmadan doğru tümceleri kör bir baykuş gibi, çalakalem yazmak geçiyor içimden..
Tüm gün zihnimde demlenen tek bir soru,NEDEN??
Bir iç ses, dış ses uyuşmazlığı, anlaşmazlığı; sahne bir, perde bin...
Neden, dedi dış ses; neden??
Aldı sazı eline iç ses, neden değil, dedi, NEDEN OLMASIN??
En uzun sözcüktü susmak, uzun uzuunn sustu Mina...
Fark etti ki, sustukça su'suyor insan,  ne çare...
En uzun yanıt sarılmaktı; önce kendine, sonra her şeye...

ruh üşümesi


Dışarısı soğuktu, dışarısı kar... Dışarda, esen sert bir rüzgar...
İçerisi sıcaktı; içerde bir koltuk rahat mı rahat..Baş köşeye kurulmuş ılıman bir hayat..
Kalbim, esen sert rüzgarın olduğu yerde, ne bahardı.. Ne çok tomurcuğa durmuştu dal dal, yeşil yeşil....
Oysa içerisi tıklım tıklım bir yalnızlıktı..Sıcaklarda titreten bir ruh üşümesi, kökleri boynuna dolanmış bir ağacın tedirginliği...
İyi ama, bu nasıl bir çelişki...

Ocak 20, 2010

kendine kanmak


Yaşam, sıkışık bir trafiği solurken: "Kardelen mevsimidir.." dedi bir ses..
Döndüm ardıma baktım, sesin geldiği yere.. Bir şarkı mıydı, bir şiir mi anımsayamadım..
Güneşi görmek için ölesiye karı delen bir çiçek düştü günün ritmine..
Ne kalabalıktı gün oysa ki  ve ne yüzeydendi ilişkiler..
Üstadın şiirini mırıldanır bulduğumda kendimi, durdum soluklandım..
Bir uçurtma ipiyle, uçan hınzır bir balonun rengiyle, kağıttan katladığım gemiyle gittiğim masal ülkesinde, kendime kandım...

Ocak 18, 2010

çocuk yüzümün kokusu

...Bazen giderdi babannem.. Sürgün gibi gelirdi bu, çocuk yüreğime.. Birkaç günden sonra ona ait bir şeyler aranmaya başlardım.. Ve bir gün yine benzer zamanlardan birinde bir kaynak keşfettim.. Babannemin elbise dolabı.. Yeşil küçük bir dolap..Kapağı açar açmaz içinden onun kokusu yayıldığında susamış bir sünger gibi içime çekerdim kokusunu.. O, sevginin kokusuydu,yaşamın kokusuydu, benim çocuk yüzümün kokusuydu.
Yıllar sonra ilk defa, kokun beni o yeşil dolaba götürdü..Seninle doldumm..
Bana bir yeşil dolap bırak.. Gittiğinde nefes almam için..
Ya da kal, sen hep kal...

taş uzaktan gelmez(miş)


Üstüne oturmaktan yassılaşmış bir tutam ota döner bazen gün.. Üstelik bazen, sizin otlarınızı o hale getiren kendiniz de değildir.. Yaşam bahçenize aldığınız kişiler, o çok sevdiğiniz ağacınızdaki ham erikleri ceplerine doldurup kaçtıklarında; hiçbir yerin tam ortasında kalakalırsınız. Atalarınızın konuyla ilgili ustalıkla imbikten süzdükleri sözlerden birini seçersiniz, günün manşetine..
Günü, yeni bir şey daha öğrenmenin acıtıcı ama hafifletici ağrısıyla kapatırken, demek ki, dersiniz, bir taş atımı uzağına alacakları iyi belirlemeli insan..Yoksa o canım ağaçtaki erikler olgunlaşamaz..
Hem sonra, kaçan bir çoraba döndüğünde gün, onu hiçbir şey yakalayamaz...

Ocak 17, 2010

varmak istemek..


Ne çok yol gittim, tekerlekler, beni döndü senelerdir..
Ne cam kenarları, ne yağmur damlaları, ne  istasyonlar geldi geçti..
Başım cama yaslı; gözüm yollarda, kurgusal bir gerçeklik gibi akıp gitti dünya  cama vuran her damlada..
Ruhum gidişlere sevdalı, kalmak ve ait olmak yoksulu kalbim; yalnızca yollarda attı..
Sen, içimin gülen yüzü...
Sen, bir kaşif gibi adım adım yürüdüğüm yolların özü..
Anladım:
İnsan, yolardayken varmak da istermiş..İnsan kendini yalnızca sevdiğine ait hissedermiş..
Şimdi, senden giderek uzaklaşan bu kara otobüsünde, yüreğimin camda değil anda oluşu, gitmelerin bitmesindenmiş..

Ocak 14, 2010

içime sığdıramadığım...


Sen, elini uzatıyorsun.Yüreğin elinde..
Söylenmemişlikler, onca bekleyişler, kördüğümler, eşikler kalkıp gidiyor. Sesin doygun,bereketli ve hızından hiçbir şey kaybetmeyen ırmaklar gibi akıyor içime.Yağmur olup süzülüyor sevgim, dokunabiliyorsun ellerinle..
Seninle cennetini buluyor yaşam. Seninle dört mevsim oluyorum.
Yaşam bir şiir oluyor; şiirin yelkenlerini açıp gidiyoruz.Dünyanın bütün oyunlarının ışığı doluyor gözlerimize..

Ocak 13, 2010

bir'az


Birazdan zil çalar, çıngıraklı bir sesle çınlar koridorlar.. Kendine ayırdığın zaman, kalabalıklar içinde annesini kaybeden çocuğun elindeki sıcaklık gibi hızla yiter..
Birazdan yağmur diner, damla damla süzülmez saçlarının yaramaz kıvrımlarında..
Birazdan hava kararır, gece olur; gündür, çabuk biter..
Cebimizde zor zamanlar için sakladığımız ya da yemeye kıyamadığımız bayram şekeridir ömür.. Birazdan erir, gider...

kendimle konuşmalar



Yağmurlu bir kente "Günaydın!" dedim evden çıktığımda.. Evden çıktığımda bahçemdeki tüyü tüsü gitmiş erik ağacına selam verdim. Verdim dudaklarımdan döküleni istemsiz bi şekilde: "Sen de teslimsin mevsime, ben de.."
Islak sokakları adımlarken ağır ağır, Ezginin Günlüğü "Söylenmemiş, sahipsiz bir şarkıyım.." nakaratındaydı son demde..
Hüzün, yağan yağmurla, çalan şarkıyla emzirirken kendini; "Her damla bir denizdir.." dedim, görebilene..

Ocak 12, 2010

gitme güvercinim


Köşede bir çiçekçi yorgun gözlerle süzüyordu yaşamı tiyatrodan çıktığımda..
Oyun bittiğinde "Asiyeler nasıl kurtulur?" sorgusuna kapanmıştı perdeler..
Benim zihnimse öylece bir sahnede kalmıştı.. Aşık olduğu adama dair bir sırrı acı bir şekilde öğrenen Asiye kapıdan çıkarken adam parçalıyordu içleri, gözyaşlarıyla. "Güvercinimmmmm, gitme.. Gitme güvercinimmm..." Çığlıklar içime dalga dalga vururken sahneyi Asiye'nin hayalleri süslüyordu.. "..Bir kedi alır mısın bana? Hep sıcak bir evin ve bir kedinin hayalini kurdum.."
Hayallerim, bir uçumluk kanat istedi tiyatrodan çıktığımda.. Köşedeki çiçekçi yorgun gözlerle süzüyordu yaşamı. Otobüs tıngır mıngır ilerlerken arkadaki çift vıcık vıcık bir ikili ilişkiden bahsediyordu. İnsanlar telaş içinde oradan oraya koşturan karınca yığınları gibiydi. Siyah, simsiyah noktalardı yalnızca, tüketmeye kurulmuş..
Kurumuş bir dal, kırılmış gibi gelirdi ya insana, çiçekçi yorgun gözlerle süzerken yaşamı "güvercinimmm" çığlığına takılı kaldım.. "Gitme güvercinimmm..."
Yaşamımda hiç duymadığım bu serzeniş içimi kanatırken usulcacık döküldü kelimeler dudaklarımdan..
Hayallerim bir uçumluk kanat istedi,hem de en beyazından..

koro halinde susuyorum..


Gözleri cam cam çocukların saflığıyla bakarken yaşama, gölgesine borçlu ölmeyecek çiçekler suluyorum..
Tıklım tıklım bir yalnızlık içre, koro halinde susuyorum..

Ocak 10, 2010

yine yollardan..


Şimdi ben gidiyorum..
Yüzümdeki huzur, senin hatıran; içimin denizine ilk defa dalga dalga yayılan..
Ceplerim, çocukluğumun rengarenk şekerleri tadında bir coşkuyla dolu...
Bir geminin kafiyeleriyle uzaklaşıyor otobüs, karaya doğru...
Martılar çığlık çığlık peşine düşerken geminin..
Şimdi ben gidiyorum da...
Biliyorsun ben nereye gitsem, biraz sana gelirim..

Ocak 09, 2010

gitme, kal

Haldun Taner bir öyküsünde kahramanlarından birine "Dur gitme, kal biraz." dedirtiyor ve bu koca çığlık öykünün ismi oluveriyor..
Gidene kal denir mi; giden bittiğinden mi, gittiğinden mi gider; sorgulanır..
Tereddütsüz tek bir şey var ki, "Dur gitme kal biraz, var-yok dinlemez bir çocuk isteğidir yalnızca.." Bazen çocuk olmakta sakınca yoktur ama..

Ocak 08, 2010

otobüsten


...Dışarıya bakıyorum.otobüsün ışığından dışarıdaki karanlığı seçmem zor olsa da, ışıklı caddelerden geçerken insanları seyrediyorum.. yığınlar halinde bir yerden bir yere koşturan -ama sürekli koşturan- insancıkları.. Çoğunun suratı asık, maske üstüne maske takınmış yüzler; kış için hazırlık yapan karıncalar gibi kapkara bir lekeye dönüşüp sürü halinde koşturuyorlar;içlerindekini görmeden..(...)
Gözüm muavine takıldı. Kırlaşmaya başlamış saçları darmadağınıktı. Tek dağınıklık bu olsa iyi, adam büyük bir faciadan son anda kaçıp kurtularak, hareket etmeye hazırlanan bu otobüse yardım dileyerek atlamış gibiydi. Bir gözü kendine ve çevresine yabancıyken, diğeri ev sahibesi edasıyla süzüyordu çevresini. “Su ister misiniz?” diye sorduğunda bile bir gözü sesle irkildi, bu tonun kendine ait olup olmadığını düşündü. Yaşamda kendine yer edinmeye çalışan diğer göz sahiplendi sesi. Yatıştırdı bütün bedenin paniğini. Kimi insanlar yabancıdır ya kendine. Kendi ömrüne tutsak yaşanır birçok ömür. Yanımızdaki, yakınımızdakinin isteklerine göre şekillenen görüşlerimiz yönetir bizi. Hangi rengi sevdiğimizden, kimi dinlemekten keyif aldığımıza, yumurtayı nasıl tercih ettiğimize, nerede yaşayıp, nereye gömülmek istediğimize kadar açılır yabancılaşma perdesi.
Bazen anne babamız, bazen çocuğumuz, öğretmenimiz, eşimiz, dostumuz, komşumuz alır ellerine ömür atının iplerini. Elimize bir türlü geçmeyen kendi iplerimiz kukla eder bizi kendi sahnemizde. Bu yüzdendir ki, kazara ipler elimize geçse; ne yapacağımızı bilemez, ya çok sıkar, ya da çok serbest bırakırız.
Dengeyi sağlayabilecek kadar ev sahipliği yapmamışızdır kendimize....(...)

bahara yolculuk


O soğuk kış gecelerinde üşürken tir tir, baharın ilk ışıkları aralar ya perdeyi.. Gözlerin kamaşır, ışıl ışıl olur yeryüzü... Doğa bir anda renk değiştirir. üstündeki kasvetli,kirli,ağır ve kat kat elbiseleri çıkarıp çiçeğe durur... Sular çağlayarak söyler baharın türküsünü..
Ne soğuktan dondurur, ne sıcaktan kurutur bahar.. Usulcacıktır gelişi, yumuşacık işler içimize.. Yavaş yavaş çıkarır üstümüzdeki katları, ısıtır, sarar bizi, sarınır bize.. Renklerle barıştırır ve ömürle..
Bahar gelir, kurulur içimizin tahtına..ansızın...usulcacık, renk renk ve en aydınlık...
Kışın en ayazında, en karasında içime çiçek çiçek doldun; baharım oldun..

Ocak 07, 2010

gecedir..



Kendimi doludizgin gecenin karanlık kanatlarına bırakırken, oyunbaz bir gülümseme var yüzümde. Ben bu oyunun kuytusunda değilim artık. Ebesi olmaktan yorulduğum gündüzler yeniden dillenmek için dinlenedursun. Yaşam, sırrı dökülmüş bir aynanın çıplaklığını soluyor.
Artık gece. Karanlığın bereketiyle yıkanmanın, yalnız kendin olmanın zamanı.
Gece..Ürkek korkak bir güneşi batırdıktan sonra, ay cüretkar,ay sereserpe, pervasız..
Ben geceleri seviyorum...
Gece.. Tüm ışıklar kapandığında aydınlanır içimin denizleri.. Tüm kapılar kapandığında başlar yolculuk; matruşkalar gibi iç içe açılan kapılarımdan içeri doğru süzülürüm. Benden ne "ben"ler yaparım karanlıkta, yüzü aydınlığa dönük renklerle hem de.. Sonra akşam sefaları, fesleğenler.. Yalnız dokununca koku veren onca güzel çiçek düşer hatırıma; hayallerime ille de dokunmaya çalışırken.
Sonra yine gece, yine gece... Gökte kendini doyuran bir ay, tanıdık ezgiler ve birkaç kırık dökük dize..Yaşama dair..

Ocak 05, 2010

gün doğumu..


..gün,
yaşamayı özleyen çocuk,
yeniden
doğacak sana..

değişim ve renkler


Değişimden ne kadar çok korkuyoruz.Çünkü değişmek, yaşam nehrimizin suyunu bulandırıyor, bizi belenmedik limanlara taşıyor.O limanlarda karşımıza çıkacak her yeni renk ürkütüyor bizi, içimizi üşütüyor..Hep aynı yastıklara sarınıp sarınıp da uyumamız, her gidişte dönüp dönüp de arkaya bakışımız bundan..Çevremizdeki her şeyle hızla bağlar kurmamız, her şeyi sahiplenme uğraşımız bundan.
Bastığımız her toprağa kökler salıyoruz… "Benim odam, benim arkadaşım, müziğim, rengim, şehrim..." İnsanın özerk alanını aşan benimsemelerle ısıtıyoruz içimizin güvensiz çocuğunu…
Değiştiremediğimiz onca şeyden,göze alamadığımız seçimlerin çözümsüzlüğünden sıkılıp bunaldıkça bağlarımıza sarınıyoruz.O küçücük alanımızda "özgürüm" diyebilmek için -önce kendimize- çırpınıp duruyoruz,dünyanın kafesin içinden ibaret olduğunu sanan kuş misali..
Peynirimizin markasını, koltukların önce yerini,sonra rengini... değiştirerek bağımsızlığımızı ilan ediyoruz;göze alamadığımız yakınlıklara uzak durarak,yendiğimizi sanarak yeniliyor,eksiliyor,eskiyoruz..
Coşkun akan nehirlere bakarak yutkunduktan sonra, kendi iç gölümüzdeki durgun sazlıklara dönüyoruz..
Yoo,yoo;değişiyoruz,değiştiriyoruz,özgürüz biz..
Odamızın rengi pembeye dönerken, yaşamımızın renksizliğinin yanından usulcacık geçip gidiyoruz...

içimin denizi


Yaşamın bir ritmi var.. Bazen ağır aksak, bazen uzun uzak, bazen de uçarak…
Kalbimizin gelgitiyle başlayan ilk ses, rüzgarın, doğanın, insanların, enstrümanların ve kentin sesiyle birleşince bir senfoniye dönüyor..
Her ömür, ustasının elinden çıkan bir sanat eseri… Demirin biçimden biçime ak(ıtıl)ması, birçok müzik aletinin bir perdede buluşarak aynı şarkıyı çalması zamanın yanında emeğe açıyor kapılarını..
Eldeki malzemeyi ve ne istediğini bilenler dinlenesi, izlenesi hatta eli öpülesi bir şarkının notalarını salıyor ruhumuza…
Ruhumuz, iplerinden kurtulmuş el sallarken limanda kalan miçoya, denizin sesi düşlere yazgılı..
Yazgı, işte o an, Kız Kulesi düşlerimizi emzirirken şiirlerin kentinde; ömrümüzün şarkısını yazıyor…
Yazılan, dilimizden- içimizden dökülen.. Çünkü bir deniz gelip gitse de kendi kıyılarına vurur dalgasını..Hiddeti de sevinci de kendine; sesi kendinedir…
İş, içimizin denizindeki dalgaları görebilmekte, gördüğümüzü sevebilmekte, sevdiğimizi de sese dönüştürebilmektedir..

Ocak 04, 2010

yerçekimine meydan okuyan karanfil


Ben "sana" gelirim, yüreğim elimde..Yerçekimine meydan okur karanfiller o bildik şiirin aksine..
Sesim, denizle buluşan bir deli ırmak olur, ellerimiz birleştiğinde..
Yangın dumanını, soru yanıtını, her kış ayazını, yaşam anlamını ve her ömür tufanını bulur..
İpimize yetmezken gökler; kimsesiz kalmaz kimseler...

Ocak 03, 2010

iki gözüm iki çığlık


Derin bir kesikti çoktandır gün.. Kuyuların bile kuytusunda, alfabesini bildiğim bir ömrü kekeliyordum.
Sen geldin, ruhu yıldızlara bağlı çocuk yüreğim uyandı gündüz uykularından..
Şimdi, seninle her şeyi yeniden yazıyorum..
Gün, sıyrılırken yakınlığın yorgunluğundan, göğün yağmur sonrası berraklığına tutunuyor yüreğim kanat kanat..
Yeniden yazılıyor tüm sözcükler, sesleri yeni dillendiren bir bebeğin bakışındaki şaşkınlıkla kalakalıyorum yüzünde..
Yüzümde derin-engin bir sen, iki gözüm iki çığlık seni yaşıyorum..
Şimdilerde ben, seninle her şeyi yeniden yazıyorum…

Ocak 02, 2010

bu gün


Tıklım tıklım bir yalnızlık içinde
seni üşüyorum...

Ocak 01, 2010

seni sevmek


Kurak topraklara düşen yağmur tanesi... Dik durmaktan yorulmuş çiçeğin suya eğilip soluklanırken kendini görmesi; suyun aksinde...
Bir damla umutla toprağa ekilip, yüzlerce ekine dönmesi bir tohumun...
En karanlık yerinde kitabın,dehşete kapılmışken sıkıntıyla;güneşin hiç beklenmeyen ufuklardan doğması..
Kâğıdın kalemle dansı gibi seni sevmek... Bir kelime yazmak için oturursun masa başına.. Ama kelimelerin ardı arkası kesilmez.. Esir alır imgeler seni.. dans ihtişamlıdır.. Eteğindeki bütün taşları boşaltır ve içindeki boşluğu kağıda dökerek doldurmanın hazzıyla kalakalırsın..
N’olur bitmesin diye tane tane okuduğum o enfes kitapların tadı var sende.. Saatlerce bir tablo gibi baktığım denizlerin,maviye boyadığım duvarların,...
Sızlayan kanatlarıma "biraz daha dayan" diyerek süzüldüğüm göğün, "İşte başardım." diyerek daha da yükseğe uçmanın tarif edilemez tadı var sende...
Çocukluğumun -toplasan bir elin parmaklarını geçmeyecek- tozlu,güzel anılarının kokusu...Ağlayarak koşup kapandığım bahçe duvarının güvenirliği ve kaçıp kaçıp sığındığım, dallarına tırmanıp da saatlerce konuştuğum o koca çınarın sakinliği,gizemi ve bereketi....
Sende, benden bir şeyler var sevgili..
Kanadın rüzgarla-kağıdın kalemle- -ışığın renkle dansı gibi....

kalan..


yüzümü
unuttum
avuçlarında
...

yağmur ol..


Gök, yağmurun penceresini açıyor güne..
Bu gürlemeler, şimşekler; doğum sancıları, birazdan yırtılacak olan ğöğe. ..
Bendini aşmış sular gibi dökülecek (yer)yüzüne..Sığınacak toprağın anaç göğsüne..Can olacak günlerdir bir damlaya aç selvilere...

Yağmur, rüzgarların elinden tutup temize çekecek tüm doğayı..
Bense sessizce kıvrılmışım bulutların gölgesine, eskilerden bir Sezen şarkısı dilimde...
"Ey kuru dallara can veren ulu Allahım
 Biz daha ölmedik,bizi de gör..."
Dudağımın kenarında hınzır bir gülümseme..
Yağmur ol,yağ üzerime....