Şubat 27, 2013

Sadako ve Kağıttan Bin Turna Kuşu

Savaşa hayır, çünkü o savaş; diyordu küçük bir çocuk kısa pantolonuyla sokaklarda koştururken.. Açıklaması içinde olan bir nedenle barışmayı istiyordu. Keşke küçükken oyunlarda bir el hareketiyle yaptığımız kadar kolay olsaydı barışmak..
 
Barış, ortak köklüydü ama.. İsim olması kadar bir eylemdi de.. Eyleme dönüşmeyince sadece isimde kalıyordu..
Sadako ve Kağıttan Bin Turna Kuşu, barışa inancı emziren bir çocuk kitabı..
Sadako Sasaki, Japonya'ya atom bombası atıldığında 2 yaşında olan bir kız çocuğu..
Atom bombasının etkisiyle  yıllar sonra, vücuduna aldığı radyasyonun yol açtığı bir lösemi hastalığının pençesine düşer.
Çok hızlı koşmaktadır. En büyük hayali okulun atletizm takımına girebilmektir. Hayalinin gerçekleşmesine çok yaklaştığı bir vakitte hastane odalarının soğuk duvarlarıyla karşılaşır..
Ahh çocukluğun onulmaz oyunbazlığı, umutta inatçılığı..
Eski bir Japon efsanesi der ki: Bir insan hastalandığında kağıttan bin adet turna kuşu yaparsa, bunu gören tanrılar bu kişiyi sağlığına kavuşturacaktır.

 
Bu efsaneyi duyan Sadako, hastane yatağında aralıksız kağıt katlamaya başlar.. Odasının tavanına iplerle asılan turna kuşlarının kanatlarına "HUZUR" yazmak ister.."Sizin kanatlarınıza huzur yazacağım. Böylece tüm dünyada uçabileceksiniz."

Nazım'ın kapı kapı gezerek barış için imza isteyen "Küçük Kız Çocuğu"yla karşılaşmış mıydı Sadako, bilmem ama o aynı istekle, bütün dünyada barış içinde kanat çırpacak 644 turna kuşu katlar gittikçe incelen parmaklarıyla..
 
Öyle bir kararlılıkla ve umutla yapıyor ki bunu, güçlü parmaklarınızla çekiştirdiğiniz karanlıktan utanıyorsunuz. Sadako'nun 645. turna kuşunu katlayamadan bırakıp gittiği, çocukların büyüklerin büyük(!) hırslarına heba edildiği dünyanın çirkinliğinden utanıyorsunuz..
...  
ABD'de Seattle Parkında bulunan Sadako Heykeli, elinde origamiden bir turnayla kaydediyor Sadako'yu insanlığın karanlık tarihine.. Bir özür mü, bir soyutlanma mı, bir inkar mı bilinmez..    
 
Ölümünden sonra Hiroşima'yla özdeşleşen Sadako'nun ve kağıttan turna kuşlarının öyküsü; uçurumun kenarında bile umud etmeyi salıveriyor içinize.. Sıcacık ve çocuksu...

Şubat 25, 2013

bir anne öldüğünde..

Bir anne öldüğünde, ne çok şey ölür..
Sevinçle kalktığınız bayram sabahları, okuduğunuz kitapların en anlamlısı karanlığa gömülür.
Ellerinin lezzeti, üstümüzden eksik olmayan nefesi, sobanın üzerinde cızırdayan çayın rengi, çocukluğunuzun sokak oyunlarının doyulmaz neşesi arasından yükselen "bizi eve çağıran sesi, hiç düşünmeden yaslandığımız duvarların güveni, kokuların en cenneti ölür..
Bir anne öldüğünde;
Büyüme ihtimali ölür aslında.. 
Çünkü bir daha hiç büyüyemeyecek olan bir çocuk bırakır ardında..

Şubat 24, 2013

MAVİYE KESERKEN GÜN

her şeyimin birden maviye kesmesi
iyileşmez çocukluğum yüzündendir..

AFŞAR TİMUÇİN

intibak kabiliyeti

Yaşamak dediğin;
 
En çok  da bir intibak kabiliyeti...
 
Alışmak yaşanana ve yaşanacak olana; karışmak zamana ve zamanlara sığmayana..
 
Tozlaşmak,
Bir çiçek olmayı düşlerken dağılmak varoluşların karmaşasına..

tanık mısın?

Yazmak,
 
Zamana meydan okumaktır.. Yüzyıl sonrasına tazecik açacak tohumlar ekmektir bulduğun her toprak parçasına..
 
Yazmak,
 
Öldükten sonra yaşamak için, tanıklar aramaktır.. Bir mısrayla, bir satırla, bir kitapla yüzyıllar sonra  da...

kayıp anahtar

Bir adam, bir kedi, bir şarkı..
 
Anılardan güne süzülen bir damla gözyaşı...
 
Adam, küskün; yüzyıllık bir hüzün yüzünde, hatlarına işlemiş bir mahsunluk..
 
Kedi, kimsesiz.. Rüzgarlı kentin soğuk gecelerinde eve alınıp ak pak edilmiş ama sahiplenil(e)memiş.. İnsan kendine sahip olmayınca, her şey elinden kayıp gidiyor, bilemez ki..
 
Bir şarkı, yarım.. Tamamlanmamış bir düşün bütün ezgileri, bütün uykusuzlukları, bütün ter içinde kabuslardan uyanışları, yağmur duaları, kentin bütün topal martıları ve yakasız köprüleri gibi yarım bir şarkı..
 
Zamanın hapsinde yarım kalmışlıklar, kapanmayan kapılar, kayıp anahtarlar,  görülmeyen hesaplar, hafifletilmeyen vicdanlar.. hiç bitmezdi ki..

Şubat 19, 2013

"Hayır, başka bir dünya mümkün!" diyebilmek için..

Bu ülkede yaşamaktan, onunla aynı dili konuşuyor olmaktan; kitaplarını çeviri olarak değil de anadilinde okuyor olmaktan anlatılamaz bir gurur duyduğum sivri dilli yazarımız Ece Temelkuran ne yazsa okunur diye düşünenlerdenim. Bu kitap da onlardan biri..
 
Venezuela'daki Halk Devrimini; zenginleri ve yoksulları birbirinden ayıran uçurumlarla bir anlatan kitap; küçük insanların büyük değişimlere nasıl yol açacağına dair inancı taze tutuyor.
 
Dünya basınının çoğu, devrimi küçük puntolu haberlerle geç(iştir)ip, kapitalist düzenin tahtını koruma uğraşını sürdürürken; Temelkuran "Hayır, başka bir dünya mümkün!" diyor sür manşetten.. Onun sorgulayan ve ümitvar sözcükleriyle daha bir direnilesi oluyor yaşam...
 
Kitaptan
 
"İnsanlık, son yüzyılda, en az tanrı kadar iyi bir masal daha üretti: neo-liberalizmin yeryüzünün yapabileceği en iyi şey olduğuna dair bir masal bu. Başka hangi yüzyılda krallar, daha az kişinin daha çok yiyeceği, daha çok kişinin aç kalarak öleceğini ve herkes için en iyisinin bu olduğunu söylese bu kadar geniş bir tebayı inandırabilirlerdi kendine? Hangi kral, "Gökyüzünün ve yeryüzünün tüm renklerini yok olana kadar sömüreceğiz maviyi ve yeşili. Doğanın kusmuklarından çiklet ve deodorant yapacağız," dese, hangi çılgın teba sevinçle koşar da çikletlerle deodorantları almaya?

"Asyalı çocukları tuvalete bile gitmelerini yasaklayarak çalıştıracağız ve onların küçük elleriyle yaptıkları plastik oyuncakları hazır yemek zincirlerinde dünyanın dört bir yerinde hediye olarak, zehirli "çocuk menüleriyle" birlikte başka çocuklara vereceğiz. Böylece doğu'daki ve batı'daki çocukların aynı anda canına okuyacağız" dese krallar, hangi cahil ortaçağ insanı inanırdı buna?
.....
Batı'da insanların yapılanlardan vicdan azabı duymasın diye yeni filmler üreteceğiz durmadan. Kötü adamları vampirlerden ve şeytanlardan tutacağız. Gençler artık dünyayı kurtarmak istemeyecekler çünkü kötülüğün, vampirler ve ufo'lardan geldiğine inanacaklar. Eski isyan hikâyelerini onlardan o kadar iyi saklayacağız ki yoksunluğun kaderleri olduğuna başka bir şey bilmeyecekler. Öfkelendikçe elerindeki "play station" düğmelerine daha hızlı basıp hayali canavarları öldürecekler.
......
Bütün bunlar olurken, bütün bunlar geçip giderken, karın kaslarımızın düzleşmesi için yeni aletler icat edilecek ve victoria's secret defilesi için yeni seçmeler yapılacak. Güzellik yarışmalarında kızlar insanlara yardım etmekten söz edecek ve dünya barışından: ama yine de en güzel memelisi birinci gelecek. Araba ve kot pantolon reklâmlarında icat edilecek hayat sloganları. Giderek daha büyük kalabalıklar içlerindeki çocuklarımızı göndermek için en iyi okulları bulmaya çalışacağız ve bu okulların hiç biri çocuklara ağaçların isimlerini öğretemeyecek, bir simidi tam ikiye bölerek paylaşmayı ve arka sıralarda oturan bahtsızlarla dayanışmayı.
..
Biz başka bütün hayat seçeneklerinin hayal olduğuna inanacağız bu keşmekeşin içinde. Ya ulaşılamayacak kadar güzel ya güzel olamayacak kadar masalsı..
****
Yolculuk, bir düşmek ve kalkmak meselesidir. Eve yaralarla dönülmüyorsa, hiç gidilmemiştir.
.....
Sadece uzaklardan gelenler bilirler evlerinin kokusunu.. Yollara evlerimizi anlamak için çıkılır. Fakat yolda bulduğun cevaplar eve geldiğinde, yakalanmış bir kelebeğin renklerinin sönmesi gibi, parça parça dağılır. Yola ait cümleler, yazıktır ki, hep yolda kalır.
....
Bazısı insanların, durulmadan ölür. Kimisi yosun tutmaz hiç. Dünya ve insanlık, o insanların hayalleriyle iyileşir.."

Şubat 16, 2013

yoğurdu üfleyen dudaklarımız/la

Bir şeyi saklamak istiyorsan, açığa koy; oraya bakmak kimsenin aklına gelmez,  diyor zihnimdeki ses kamera tam da onu gösterirken..
Bir drama dersi daha, bu sefer 10 yaş; bir masalın ipliğini eğiriyoruz birlik içinde..
İki dev sofraya oturmuşlar yemek yemek için... Biri ilk lokmayı ağzına atar atmaz yanıp kavruluyor, bir gölde alıyor soluğu.. Gölün suyu bile derman olamıyor ateşine..
Diğeri sakince yemeye devam ediyor, hiçbir yanma belirtisi göstermeden..
Ateşini yeni söndüren dev soruyor:
- Peki ama, ben bu denli yanarken, sen  neden yanmadın, neden bu kadar rahatsın?
Sakin sakin yanıtlıyor diğeri:
- Ben, yediğimin acı olduğunu düşünmeden yiyorum. Yani şimdi düşünmüyorum, yalnızca yemek yiyorum...
- !
Beden çocuk çoğu zaman, zihin bizim derinlerde arayıp da bulamadığımızı masanın üzerinden alıp bakıyor.. Nazım'ın "bir çocuk gibi şaşarcasına yaşamak" dediği kıvamda bir merakla "sadece" yaşıyor.. Düşünmüyor, o acı mı, ağzımı yakar mı; o merdiven kırık mı, sallanır mı...
Bizim "tecrübe" olarak nitelendirdiğimiz zihin bağlarımız var çünkü ve yoğurdu bile üfleyen dudaklarımız..
Biz düşünce gücünü keşfe çıkarken, onlar hem düşünmenin hem yaşamanın aynı zamanda mümkün olamayacağını; düşünülenin de derinlemesine yaşanmış sayılamayacağını biliyor..

Çocuk kalmanın dayanılmaz hafifliği... Onlardan aldığım güçle, ıslanacağımı düşünmeden yağmurlu sokağa dalıyorum..

Şubat 13, 2013

çocukluğun derinliği


geçip giderken ağustoslar...


Karınca gibi yaşıyoruz..Hep birkaç adım sonrasını düşünerek.. Yazın keyfini çıkartmak dururken, kış için yiyecek depolamayı seçerek.. Yazın, kışın, her yaşın, her çağın bir güzelliği olduğunu unutup gelecek bankasının hesabını doldurmaya çalışıyoruz..
 
Ne çok aç ve açıkta kalmışız ki biz, genlerimize işlemiş yok'luk.. Karşılaşmamak için kendisiyle elimizde avucumuzda ne varsa vermeye razıyız.. Yetmiyor, masalını yazıyoruz, dilden dile aktarıyoruz.. Çok çalış, hep çalış.. Parmak itinayla sallanarak: Yoksa ağustos böceği gibi olursunnnnn!!
 
Garibim ağustos böceği, hayatının çok büyük bir bölümünü toprak altında erginleşmeyi bekleyerek geçiriyor. Bir yaz ansızın gün ışığına kavuşuyor, saz çalmayıp da n'apsın?.. Mis gibi bir ağustos sabahı çiftleşerek, yaşamını tüm dokunulmamışlığıyla rüzgara verecek, kışı düşünmesine ne gerek? Adı üstünde Ağustos Böceği.. Eylülü göremeyecek olanın olur mu hiç ekimi?
 
Ama kanımıza işlemiş karıncalık! Çocukken bize söylenen aferin'leri silah olarak kullanmışlar belli ki.. Gerekliliklerin tetiğini çekmek için, aferin mermisi yerleştirmişler şarjöre.. Sonrası sen sağ, ben selamet.. Öyle bir ip gibi sraya geçmişiz ki, ne yapsak hizadan çıkamıyoruz, risk alamıyoruz, güven'siz yapamıyoruz..
 
Halbuki otoyolda şemsiye satan da insan, bir yolunu buluyor yaşamanın.. Garantisi olmasa da bir sonraki günün, güneş açıyor su satıyor. Her telden oynuyor, duruma göre şerbet sunuyor..
 
Aman, sonra naparım diyorum ben de; ya işler yolunda gitmezse, ya batarsam, ya çıkamazsam, bir kış daha bekleyeyim yıllardır düşlediğime bir adım atmak için..
 
Halbuki, Ağustos Böceği de bilmiyordu, isminin nerden geldiğini.. Gün ışığını yalnızca içinde bulunduğu ayda görebileceğini..

Şubat 12, 2013

yanıt kocaman ve siyah beyaz

Mesleklerle ilgili bir drama oturumu.. Katılımcılarım, 4 yaşındaki çocuklar..
Yanağımın kenarında beliren tebessüm ve gözümden usulca akan yaş içiçe.. Başlangıçla bitiş arasında zihin allak bullak, darma duman..
 
- Evett çocuklar, araba süren kişiye ne denirrr? (Elimde arabayı kullanmakta olan bir şoförün resmi, rengarenk..)
Çocuklar hep beraber ve olanca güçleriyle:
- Babaaaaaaaaa!
Tatlı bir gülümseme hızla yüzüme yayılan...
 
İkinci resim askerlik mesleğiyle ilgili, yeşiller içinde, bayraklar arasında bir asker:
- Pekii, askerler ne iş yapar?
 
Çocuklar... Pembe yanacıkları ve pürüzsüz yürekleriyle, yalansız ve hiç kirlenmemiş.. Rengarenk çocuklar.. Çocuklar küçücükk, altı bağlı kiminin..
 
Yanıt hep bir ağızdan ve çelişkisiz, öğrenilmiş çaresizlik.. Yanıt, koskocaman ve siyah beyaz:
 
- Şehiiiiit oluuurrrrr!
 
Ahh be çocukk, ne yapmalı da öğretmeli sana umudu , yere düşen ölmüş bir askerin miğferinden su içen barışçıl güvercinin ruhunu?
 
Koca koca adamlar kocaman bir ülkeyle oyun oynarken, oyunsuz bir dünyaya büyütüldüğünü nasıl etsem de söylesem..

Şubat 06, 2013

içinin şiirini yitiren insan

**portatif bir hayat/katlanılabilir**y.odabaşı
 
Görüyorum üşüyorsun...
 
Isınmak için ölesiye sarındığın fildişi kulelerin, maskelerin, süslerin sadece önünü görmeyi engelliyor o kadar..
 
İçinin canavarını doyurmak için saldırıyorsun alışverişlere, televizyondaki renk renk beden beden dizilere.. Giderek büyürken çaresizliğin, tekdüzelikte daha bir hız kazanıyorsun;kaçabilmek için kendinden.. 
 
İzlenilmeye ne kadar açsın, şaşkınlık verici.. Bir günde bilmemkaçyüz takipçi vaad eden linklerin çokluğu iç gıcıklayıcı.. O kadar yoksulsun ki, hiç tanımadığın insanların üstünden elde edeceğin skorlarla tamamlamaya çalışıyorsun azlığını.. Sayılara düşkünlüğün söyleyecek sözün olmadığından mı?
 
Parçalana parçalana yeni bir organizmaya dönüşüyorsun, içinin aynasına bakmayışın ondan.. Hırslarınla yaktığın köprüler geride kaldı, başkasına hazırladığın hançerler döndü dolaştı senin sırtına saplandı. Özünle aranda büyüyen uçurum köprüsüz kaldı.
 
Ömrün,iki yakası biraraya gelmeyen bir fermuarın ayazında daraldı.. Ne yana dönsen öbür yanın karanlığa daldı..
 
İçinin şiirini yitirdin ya, o gün bu gündür hiçbir öykü seni içine almadı...

yaratım ve mutsuzluk üzerine(ama kesinlikle umutsuzluk değil)

**Yazılanlar neden daha çok acıyı anlatır, insan neden daha çok mutsuzken yaratır; bunu düşünüyorum uzun zamandır..**
 
Mutluluk, bir gülümsemedir ağız dolusu.. Oysa acı yaradır, kanayan.. Kanadığı için pamuk basılır tene, kanadığı için merhem aranır derde.. Acının en iyi merhemi pis kanı akıtmaktır; paylaşmaktır..
 
Mutlu olursunuz ve geçer, uzun süreli bir mutluluğa hiçbir bünye ev sahipliği yapamaz. Dört mevsim boşuna mı var.. Tabiat ana bile kavrulur yanar, dört mevsim yaz olursa eğer.. Oysa kış, mücadedir, ısınmak için hareket etmek gerek, ya da ateşi körüklemek.. 
 
Mutluluk, yerçekimine kısa süre de olsa meydan okumaktır, hafiftir, Oysa acı, uzun yolda elinizde taşıdığınız bir tahta bavuldur, gittikçe ağırlaşır.
 
Mutluluk buğulu camlara parmak ucuyla çizilen kalpler, gülen yüzlerdir. Ve acı, buğuya can üfleyen o camı sırlarla kaplar.. Karanlıktır sır, ne yana dönseniz kendinize çarpar, kendinizi acıtırsınız. Kullanmayı bilirseniz  acı, en iyi aynadır..
 
Mutluluk uçucudur, bir bahar yeli gibi eser geçer.. Oysa acı'mak  tipidir; geçtiği yeri yaşanmaz kılar; acı'mak yaradır; iz bırakır..

İz'ini gizleyebileceğiniz en iyi sığınak sanattır..

zihnimin tavan arasından

İşte yine buradayım; başı ya da sonu olmayan yerde sözcüklerle başbaşayım..
 
Grip aşısı olduğu zaman  grip olursa insan; ne idiğü belirsiz bir hastalığa dönüşür, o çok bilindik sümüklüböcek sendromu.. Ne burnunuz akar, ne geniz akıntısı ama dipsiz bir uğultu beyninizin içinde dönüp durur, bir taraftan eklemlerinizin içinde bir asfalt kırma aracı iş üstündeyken..
 
Yazmayacağım demiştim, günübirlik yazıların asıl yazılması gerekeni geciktirdiğini düşünmüştüm. Virüs vücuda girmişken o burun akmalı'ydı.. Yoksa hastalık bir türlü hızını alamıyordu işte.. Akmasa da damlamalıydı..
 
Bazen ne yaparsanız yapın bir adım öteye gidemezsiniz. Şartlar ne kadar müsait olursa olsun, aynı su buharı her zaman yağmur olup damlamıyor. Yağmuru yağdırmak için akan musluğu kapamanızın, şemsiyeyi açıp yağmurluğunuzu giymenin bir önemi kalmayabiliyor..
 
Sait Faik gelir hep aklıma böyle zamanlarda.. Yazmamaya, bir daha hiç yazmamaya karar vererek yollara düşüp de tahta yontmak için yanına aldığı çakıyla kalemini açan Sait Faik; yazmasam deli olacaktım, diyor zihnimin tavan arasında..
 
Behçet Aysan az ötede kağıttan yaptığı işlemeli gemilere yüklüyor ya sevdasını, sözcüklerin yükünü yüzdürmek için rüzgara yalvarıyor: "rüzgâr bu şiiri sana götürsün/kâğıttan yaptığım o işlemeli kayıklar/ fırtınalara dayanan./ koş rüzgâr koş./yazmadan edemedim"
 
Ve daha niceleri sıralarını bekliyor, birikiyor birikiyor birikiyor.. Birikenler ağırlaştırıyor insanı, paylaşılmayanın ağırlığı azalıyor, sen onca zaman taşıdığınla kalıyorsun..
 
İnsan dediğin ağır bir şey, kolay kolay havalanmıyor düşleri.. Göçebelik olsa da genlerde,  bulduğu ilk kovuğa yerleşme, yapılaşma ve çoğalma derdinde.. Hayat desen sonsuz umman da olsa, gördüğün kadar..
 
O sonsuz ummanda ne zaman boğulsam sözcüklerin can yeleği imdadıma yetişti, ne zaman  düşlerimin elinden tutup göğe yükselsem kanatlarım sözcüktendi..
 
Kanatlarımı seviyorum; uçmayı, olaylara olduğu kadar kendime de çok yukarılardan bakmayı, süzülmeyi sonsuz mavilikte, sözcüklerin balmumu kanatlarıyla..
 
Yazmasam, hayallerin ipliğini eğiremem..
 
Ben, ben değilim hayallerin rengarenk ipliğini sözcüklerin gülibrişimiyle örmesem..