Aralık 29, 2011

yazmadan edemeyeceğim

"Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. oturdum. adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yontuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım." demişti Sait Faik, kendinden bile kaçarak sığındığı Burgazada sahillerinde, içindeki bir iğneucu zehiri elindeki kağıda aktarmaya çalışırken..
Uzunca zamandır, yazmamamın yanında duran "Ben artık yazmak değil, yaşamak istiyorum" isyanlarını Burgazada feribotundan denize fırlatırken bir karamsarlık var içimde biliyorum.. Bu gidişler, bu dönüşler, bu seçişler..
Günler sonra kara koyunun içindeki ak tüyü bir çocuk gülüşüne tutunarak bulurken, kalemimi yonttum..
Yeni yıl beş yaş çocuğuyla daha yeniydi, anımsadım.. Yeni yıldan neler bekliyorlardı neler;  arabalar,cidyler, winxler.. Kendi ömrüne sürgün edilmiş çocukların çemberinde onlara umut etmeyi öğretirken umut dolacağımı bilmeden başlamıştım oyuna..
Oracıkta saçları savurgan sarı Dila kız, düşüme giriverdi.. Sen ne istiyorsun bu harcanmışlıklar ülkesinde küçük kız, dedim.. Sesim, kibritçi kızdan daha çok üşürken..
Işıl ışık gözleriyle gülümsedi:
" Ben uğur böceği istiyorum öğretmenim.. Hem de tam 5 tane!.."
:)
Orda bir yerlerde tüm tüketim çılgınlığına ve doğadan uzakta yaşama rağmen düşlerinin yoluna uğur böceği düşüren Dila kız, evinin yolunu tutarken; avucuna dört uğur böceği bıraktım..
Birini de, komşunun bahçesindeki ağaçtan ceplerini ham erikle dolduran çocuk yüreğime terlik pabuç alması için havalandırdım...

Aralık 06, 2011

bestesi zamanın

Bazen, en açılası yerinden bir perde kapanır..
En görünesi yerinden bir rüya karanlığa bulanır..
En ince yerinde zamanın bir tel kopar; bu beste hep böyle çalınır.. Eskiyen tellerin yerini kocaman bir boşluk alır..

Aralık 04, 2011

yolların çağırdığı

Seninle bir yolculuğa çıkalım sevgili..
Arnavut kaldırımlarına sonbahar yapraklarının döküldüğü sokaklarda ağır adımlarla yürürken bir rüzgarın gürültüsü bir de sevdanın türküsü..
Sırt çantamızda yalnız en çok sevdiğimiz dizeler ve sobalarının kenarından kalkıp dizimize sürtünmeye gelmiş dost kediler..
Bir yolculuğa çıkalım; sen, ben ve bütün incelikler..
Yollar bize, en yakın görüş; en uzaktan olanıdır, der..

alış-veriş

Sistemin cafcaflı yüz boyalarıyla boyanmış kedi,tavşan,fare ve köpeğe bürünen çocuklar koşuşturuyor neon ışıkların altında..
Benzetildikleri kediler, köpekler ve fareler olanca özgünlükleriyle tutsaklıklarını besliyorlar bir pet-shop'ta..
Hıncahınç dolu alışveriş merkezleri.. Bu merkezlerde büyüyen çocuklara belki de bu yüzden öğretemiyoruz; her şeyin bir karşılığı olmadığını...

Aralık 01, 2011

-siz

Ben, senden hiçbir şey beklememiştim..
Ondandı, sorduğum hiçbir sorunun ardına
soru işareti koyamayışım...

Kasım 29, 2011

bu bir kusma'dır!

Ey insan,
Yoruldum ince hesaplarından.. Fındık kabuğunu doldurmayacak şeyler için kılı kırk yararken, Roma yanarken lir çalmalarından..
Her şeyi -sözde- eleştiri süzgecinden geçirip de  hala aynı gözlüklerle yaşama bakmalarından..
Kendi yarattığın kurallar ve kendi ördüğün duvarlar arasında rehavet uykularına dalışlarından..
Merdiveni icat edip duvara tırnaklarınla tırmanışlarından..
Dünyada görülmedik tek bir metre kare bırakmazken, içinin kuyusuna bir ışık daha kapayışından..
İnsan;
Eskidi yüzün, suretin yanıltıyor yansıdığı aynalardan..
Yanına yaklaşılmıyor;hep daha çok olsun diye savaştığın meydanlarda, mücadele ruhunu yok etmek için sistemin ürettiği sahte "donkişot"lardan!
Bir süredir aranılan kişiye ulaşılamıyor, artık düşlerin olmayışından..

Kasım 27, 2011

eskiden..

Bir ömür üstü açık kalmış bir çocuktu coşkum..
Çok üşümüş, büzüşmüş ve titrek..

senin'le

Senden önce, bir diş ağrısıydı yaşamak.. Bir an önce dindirilmesi gereken bir ağrı, bir ağır kanama..
Hiç açılmamış bir kapının kilidinin döndüğü tozlu odada, rengi görülmemekten solmuş bir eşyaydı orada... Şairin* dediği antik'acılar sokağına bile çıkamayan bir iç acısı, durmaksızın yaralanma..
Yüzümü yıkadım, silkindim tozlarımdan.. Anladım, hiçbir acı antik değildir bu yaşam çıkmazında.. Acılarımı sevdim, umut umut filiz verdiler yeni başlangıçlara..
Bir sabah gün doğumunda uyandım, saçlarımı topladım.. Artık görülmesi gereken çok şey vardı çünkü hayatta..
*sunay akın

Kasım 09, 2011

varlığım varlığınıza armağan olsun(!!!)

Anımsıyorum. Orta okul sıralarındayken Türkçe öğretmenlerim sıfatları anlatırdı. İki kere ikinin dört etmesi kadar garanti bir şekilde "kırmızı" sıfattı. Aksi düşünülemez, teklif dahi edilemezdi..
Yine aynı sıralarda öğrendim uygun adım yürümeyi, sırayı bozmamanın önemini ve varlığımı -henüz bulamadan- başka varlıklara armağan etmeyi..
Bu yüzden armağan ettiğim nice pakette aradım durdum var olmamın nedenini.. Henüz elde edilmeden başkasına feda edilmeye programlanan çocuk yüreğim hiçbir yerden çıkmadı, sobelemedi beni..
Uzun yollar, ayrılıklar ve kabuk bağlayan yaralarım vardı benim.. Uzak iklim trenlerinde başımı cama yaslayıp akıp giden suretleri seyrederken fark ettim. Bana öğretilen birçok şey,  daha uzağa gitmemem içindi.. Örneğin "kırmızı" sıfat değildi. Onların öğrettiği şekliyle kullanılan her şey bir göletin beklemiş sularında fosillenmekteydi.
Her şey, farklılıklar ikliminde başka bir işlev alabilirdi. Ama henüz bulamadan armağan ettiğimiz benliklerimiz, kırmızıyı hep bir isme niteletti. Hep bir başka öğeye bizi mahkum etti..

Kasım 07, 2011

krımızı pabuçlar ve yollar..

Her şeyin hızla tüketildiği zamanımızda, eritilemeyen tek şey çocukluğunuzdur..
Bir devrimin ilk adımı gibi durur oracıkta.. Arife gecelerinin yeni ayakkabı heyecanıyla gözünüze bir an olsun uyku girmeden uyandığınız bayram sabahları, en iyi şahittir; elde olan bir, var olmayan binden daha değerlidir.. Sahip olunana sıkıca sarılma düsturu ta o zamandan geçerlidir.
Orada öylece durur anıların kırmızı pabuçları.. Ne zaman canınız acısa, düşleriniz boyunuzdan öteye uzansa, hayaller uyutmasa; kuşanır yola düşersiniz.. En uzun yolculuktur kendine yapılan, denenmiştir..
Ayaklar nereye gideceğini biliyorsa, yol da  yardımcıdır pabuç da; unutma...

Ekim 16, 2011

gerçek, görecelidir..

sıradanlık treni

Dışarda yağmur yağıyor.. Bütün yağmur kafiyeleri gece vardiyasında..
Yine yollardayım.. Silecekler son hızda açık, görüş mesafesi kısa ve gece zifri karanlık..
Gözlerimi kısıp yola odaklanmışım. En yakın zamanda sanayiye uğrayıp sileceklerin lastiklerini değiştirmeliyim, diye geçiyor içimden.. Sesleri olmasa önümdeki varlıklarını bile unutacağım.. Tıpkı benden istenen ve beklenen gibi.. Yalnızca dayatılan hedefe doğru yola çıkıp, burnumun ucundakini görmeden, farketmeden yaşayacağım..
Sıradanlık treninine yüklenilmek istenen bir 'sürü' yolcuyuz, Orhan Veli'nin "bir garip Orhan Veliyim" dediği istasyona uğramayan tarifsiz kederlere yolculuk halindeyiz. Bize sunulan yaşam hedeflerine ulaşabilmek için bize sunulanları giyip, yiyip, görmekteyiz. Maruz kaldığımız on binlerce reklam arasından özdeşim kurabildiğimizi cebimize koyup, hayallerimize bile reklam arası vermekteyiz..
Oysa biliyoruz,unut(turul)uyoruz;sıradanlık treni hep erken gelir, hiç gecikmez. Kapasitesinden hep daha fazla yolcuyu alır ve hep beklenenden hızlı gider.
Seyir halindeyken hem yolu hem burnunun dibini görmenin bir yolu olmalı diye düşünüyorum .. Kendime doğru yol almanın marşı olsun diye silecekleri yaptırmamaya karar veriyorum..

Ekim 13, 2011

başlıkla bile sınırlamak istemediğim..

Su akar, yolunu bulur; bir şeyler hep varoluş teknesinde yeni baştan yoğrulur..
İçtiğim su, yediğim yemek, oturduğum koltuk, baktığım göz..
Yaşam aş(k)ım;
değmiş çekilen birçok eziyete,
yola çıkarken feda ettiğim renkler bir bir düşüyor tuvalime..

hoş geldim!

Hayat bazen, şapkadan tavşan çıkarabilir..

Temmuz 15, 2011

izin kağıdı..

Kırık dökük sözcüklerden bir orduyla sefere çıkıyorum!

Haziran 27, 2011

çarpıntı:)

Sarhoşların araba sürmeleri sakıncalıdır. Bunu herkes teslim eder. Ne var ki, sarhoşların telefonu kullanmaları, araba kullanmalarından çok daha ölümcül sonuçlar doğurabildiği halde bu konuda hiçbir düzenleme mevcut değildir. Sarhoşken araba kullananlar rasgele hedeflere çarpar: aniden karşılarına çıkan talihsiz bir ağaç, kendi halinde seyreden ilgisiz bir araç... Ne bir kasıt vardır bu kazalarda ne bir amaç. Sarhoşken telefonu kullananlar ise gidip mutlaka sevdiklerine çarpar.
Elif Şafak'ın Bit Palas kitabından

“Benimleamabendenuzak”

Kelimeler ne kadar yetersiz, söz konusu duygularsa eğer.
Bin bir çeşit sevgi var, hepsi sevmek kökünde çekiliyor. Çeşit çeşit özlemleri bile yalnızca “özledim”le dillendiriyoruz..
 İşte o zaman dilin ağlayan çocuğunu susturup, yeni kelimeler bulmalı..
Onun adı “benimleamabendenuzak”. Tek kelimeyle bu..
Benimle, yüreğimde hissediyorum duygulanımlarını. Gözümü kapadığımda ya da uyanık rüyalarımda her an yanımda..
Benimle,  beraber susabiliyoruz onunla. Ve söze başladığında biri saatler/günler sonra sorgusuzca ayak uyduruyoruz adım adım gelen oyuna..
Benimle, iri gözlerini açıp da gözlerime baktığında, ruhumu görebiliyor. İpini koparıp uçarken göğe, içimdeki en inceyi de alıp götürebiliyor uzaklara..
Benden uzak, kukla iplerimiz başka ellerde.Belki de geçilemeyecek kadar çok deniz var aramızda ve bir o kadar da kapı..Hangi kapıyı aralasam, sorumlulukların uğultuları tırmalar kulağımı..
Asında derdim değil yeni kelimeler bulmak;ama onun adı:“benimleamabendenuzak”

Haziran 24, 2011

aşk

Aşk filmine iki bilet alınmaz. Zaten iki kişilik aşk da olmaz.
İki kişinin birbirine aşık olabilmesi için üçüncü kişi şarttır. Issız bir adadaki iki kişi sevişebilir, kavga edebilir, yemeğini paylaşabilir, beraber şarkı söyleyebilir... ama aşık olamazlar. Aşk, "bir başkasına rağmen" yaşanan bir duygudur. Düşünebilecek başkaları da varken, yalnız o'nu düşünmek, sevişebilecek başkaları da varken yalnızca onunla sevişmek istemektir. O yüzden aşk, en az üç kişiliktir.
ALTAY ÖKTEM

Haziran 23, 2011

annem ve y'el

Çocukluk biraz da yara bereydi.. Günün coşkusuna göre dize eklenen yaralar, boşa geçirilmemiş bir çocukluğu işaret ederdi.. Düştüğümde, acıyan yerimi öperdi annem.. Ağlamam o an kesiliverirdi..Sızlanma biterdi, oyun başlardı tekrar, kaldığı yerden..
Annem, her durumda sığınılacak tek istasyondu.. Elleri tüm dünyayı saracak kadar büyük, öpücükleri şifalı, nefesi efsunlu ve günlük güneşlik bir havada "Şemsiyeni al, yağmur yağacak!.." diye bağıran sesiyle gaipten haber verendi.. Annem, meteoroloji gibiydi.. Haber verirdi karı, kışı, önümdeki taşı,ağlayışı..
Ve onu dinlemeyip düşsem bile, hazır ederdi en sıcağında, şifalı bir öpücüğü.. Bazen dizime, bazen yüreğime.. Annem, yel değirmeni gibiydi..Rüzgar olsa da olmasa da hep orada, tüm ihtişamıyla Don Kişotların gazabından korkmadan yeli beklerdi.. Ve belki de biz görmeden,hissetmeden sessizce akıttığı gözyaşlarını yele verirdi..

can'dan kuşlar

Aman düzen bozulmasın, uygunadım yürüyelim.. Birbirimize bakmadan, derine dalmadan ağır ağır ilerleyelim. Ama bu ilerleme asla koşma olmasın, çok da yavaşlamasın..
İsterseniz müziğin alamet-i farikası olun ama, tek bir ses için çırpının yaşam korosunda.. Çatlak ses olmayın, bütünü bozmayın..Sonra çatlaklardan içeri ışık girer, apaçık görünür karartılmış ömürler..
Dinozorların bile 130 bin yıl sonra uyum sağlayamayarak soylarını tükettikleri bu stabil yolda, insan hala marşlarla yürüyor.. Düğünler, dernekler, ananeler, örfler camdan bir kuşu korur gibi düzeni devam ettiriyor..
Ama gel gör ki kuş camdan değil, can'dan.. Ve uçmak istiyor.. Yasaklara, duvarlara, kurallara rağmen kraliçe arıya başkaldıran işçi arılar gibi, sonsuz maviliklere kanat açmak istiyor..

Haziran 21, 2011

havada bulut

Ben hüznün kollarında gidişlerin uslandırdığı tay, yelelerimi rüzgara kaptırdım..
Kaç zaman oldu bekledim Godot'yu.. Dün gelmedi..Bu gün de.. Yarın da gelmeyecek anladım..
Yollara yatırdığım gözlerimi uyandırdım bekleyiş uykularından, o kitabı kapattım..

yine gece

Bazı geceler yokluğun uykusuzluk olur, girer koynuma..
Ne kadar az zaman var oysa ki, bir gülün sırılsıklam sabahına uyanmak için.. Sarmaş dolaş bir günün sayfalarını coşkuyla katlamak; hep o günde kalma isteğiyle, bir sonraki sayfayı saklamak için..
Masamdaki fesleğen bana bana savururken kokusunu, geceye yokluğun yürüyor.. Sensizliğin adı bazen "soğuk" oluyor, yüreğim donuyor.. İşte o dem ne giyinsem kar buz.. Ne düşlesem uykusuz..

Haziran 20, 2011

ustadan..

dün sabaha karşı kendimle konuştum.
ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
yokuşun başında bir düşman vardı,
onu vurmaya gittim kendimle vuruştum.
özdemir asaf

Haziran 19, 2011

elimde kalan..

Seninle paylaşılmayan gün kocaman bir karanlık alıp götürür beni.. Çocukluğumun kırmızı balonu bile tutamaz elimden..
Sesinin, nefesinin uğramadığı iklimde kurur bütün denizlerim.. Kağıttan bir gemi yaparım sevgimden.. Elimde kalanla ben, beklerim..

baba(!)

Bu gün babalar günü..
Varlığını bir gün olsun hissedemediğim günler içinde, yokluğunun en çok dokunduğu günlerden biriydi baba..
Sen hiç uzaklara gitmedin; belki bu yüzden yakına da hiç gelemedin.. Hiç ölmedin sen, hiç yaşamadın da yüreğimde..
Bir çürük diştin hep ağzımın içinde.. Yalnızca ağrıdığı zaman hatırıma gelen, geldiği zaman da bir türlü gitmeyen.. Aslında hiç içimizde olmadığını hissetmemiz bundan, çekilip gittikten sonra ömrümüzden..
Baba!
Ağzımın içinde kocaman bir gedik gibi, durur yanı başımda boşluğun.. Baba eli tutamamanın, omuzlarında olamamanın ve babalı  bir güvenle hayata bakamamanın..Durur kış kıyamet yokluğun..

Haziran 09, 2011

bu gün..

Arayıp bulmak bile istemiyorum nasıl olduğumu.. Yalnız susmak, bağıra bağıra sus pus olmak..
Hızla giden bir arabanın duvara çarptığı o andaki parçalanıp dağılma hissi boğazıma yapışmış; nefes alamıyorum..
Bu gün yalnız susma hakkımı kullanıyorum..

Haziran 07, 2011

bir minör suskunluk..

Yaşamak…
Kendimize duyduğumuz hasreti
Görmezden gelerek..
Yaşamak…
Kirli bi balon gibi
Durmadan içine tükürerek..

güve'n

Güvenmek..
Genelde gözü kapalı deyimiyle birarada barınır zihinlerimizde.. Gözümüzü kapattığımızda kandimizi huzursuz hissederiz çünkü.. Kontrolümüz dışıdır her ne varsa..  Belki de bu yüzden beklemediğimiz bir anda uğradığımız ihaneti anlatmak için "sırtından vurulmak" deyimini kullanırız, güvenimizi boşa çıkaranlara..
Birine gönül rahatlığıyla arkamızı dönmek ne lutuftur.. Ardını düşünmeden.. Onun, bizim sırtımızı, bizden daha çok düşündüğünü bilerek yol almak, gözlerimiz tamamen kapalı..
Girdiğimiz labirentlerde macera duygumuzu perçinlemek için elimizden tutup çekmeyen ama, çıkışın olduğu yerden koskocaman bir fenerle ışık olan bir dostun varlığıdır hayatı yaşanır kılan..
Yaşamın karartıları ruh giysilerimizi bir güve gibi kemirirken.. Sizi bilmem ama ben çok şanslıyım..

Haziran 06, 2011

hep..

En ince yerinden kırılan daldık..
yet'ti artık..

kaçma duygusu

Biraz önce gördüm sizi..
Sizi ve diğerlerini..
Yüzünüzdeki anlamsız, yapmacık  gülümsemeyi eğreti bir elbise gibi taşıyordunuz. Ellerinizin gösterdiğini gözleriniz, gözlerinizin seçtiğini ayaklarınız onaylamıyordu. Hızla akan zamana pul pul dağılıyordunuz..
Yapma çiçek..Susuz kuyu..İçimde durdurulamaz bir kaçma duygusu..
Kaçmak, arkama bile bakmadan; nefes nefese kaçmak, salyangoz bir kente doğru...

yavaşladığında..

Bir zar atımı sustu kadın..
Irmağın en göl düşünde sustu..
Yürüdüğünde, dağ taş yürüyordu..

Haziran 01, 2011

denizaşırı kentlerde..

Denizaşırı kentlerde insan,daha çok seviyor insan olmayı..Sigarayı üflemek rüzgara karşı ve her gelen gemiyle yeniden çoğaltmak, bitip tükenen yaşamı..
Coşkuyla köpürürken deniz; hem içmek,hem gözyaşı dökmek,gülmek,eğlenmek ve kaybetmek için daha çok neden var denizaşırı kentlerde..
Çayın belki çabuk soğur,balkon sefalarında..Rüzgarlar bırakmaz eteğinin peşini..Ama ay danseder sularla ve insan daha çok sever yasamayı,denize baktıkça..
Doğa o kadar cömert sunar ki sırlarını; insan unutur acıları, denize karşı..

zaman bu'dur!

Yedi yaşında bir kızın üşümüş ellerini tutar gibi,
baktı yüzüme..
Dedi ki, kal benimle..
Vurulmak üzere olan bir at gibi soluk alıp verirken yaşam yanıbaşımda,
onunla şahlandı..
Ben, dedim, sana gelmek için bu kadar koşmuşum.. Şimdi durma zamanı..
Ben, sana varmak için gitmişim kendimden bile, şimdi kalma zamanı..

Mayıs 31, 2011

ya bir?

Deniz:Anneeee!
Anne:Efendim oğlum.
Deniz: Bir şeyi anlamadım
Anne: Sor oğlum.
Deniz: Yeni alınmış arabaya sıfır diyorlar, kullanılmışına ikinci el.. Eeee bu durumda "1"e ne oluyor?
Anne:Hı!!!

Mayıs 30, 2011

güzel'di..

Aldım heybeme yaşanılanları..
Dönüp dönüp okuyacağım bakışlarını..

noktasız cümle olur mu?

Öpüşü noktaydı..
An'ı sabitleyen bir fotoğraftı.
Akıp giden zamana bir çelme takmaydı..
O,olmadığında gülüşler eksik, sarışlar cansızdı.. Uzuyordu tüm cümleler manasızca, söz bir türlü son bulmuyordu..

Mayıs 24, 2011

kavanozda bir gün..

Aslında belki de hep kavanozun içinde yaşıyoruz ama bazı günler görünmez bir el kavanozun kapağını kapatır. O dakikadan itibaren dışarda gördüğünüz hiçbir güzellik, o kadar da güzel değildir.
Nefesiniz kesilmek üzeredir.. Gerisi de önemli değildir..

Mayıs 23, 2011

!!!!!

Benim şeridime girerek, üstüme üstüme gelen; sonra da yanımdan geçerken "Görmüyor musun ben geçiyorum" deyip hızla uzaklaşan sürücü(!), tozu dumana katarken bir ünlem bıraktı ardında..
Ne çoktur haklıyken (efendiliğimizden) susuşumuz..
Ahh be anne, yine kulaklarını çınlatıyorum ama..
Öğretmeli insan çocuğuna edebin yanında; edepsizle başa çıkmayı, itinayla..

sağ yanım boş..

Bir çocuk oyunudur "sağ yanım boş"..
Tüm grup çember olduktan sonra lider çemberdeki yerini boşaltır ve liderin yanındaki çocuk "sağ yanım boş" der. Grup sorar:"Kim gelsin, kim gelsin?" Çocuk o boşluğu doldurmasını istediği arkadaşının ismini söyler. Boşalan yerin yanındakinin aynı repliği tekrarı ile oyun devam eder..
Bu sabah bir çığlıkla uyandım.."Her şey yarım kaldı!" diyordu arkadaşım,ölen annesinin ardından yaktığı ağıtta.. Gözyaşları sıraya girmiş, dökülecek bir omuz arıyordu. Beden böyle zamanlarda iflasını bildirir ve yerle yeksan olur. Söylenen sözler ne söyeleyeni, ne söyleneni tatmin eder. Ölen kişinin yaşı ve yakınlığı kıfayetsiz bırakır sözcükleri.. An'a yakıştırılan renk siyahtır, diğer renkler bir suçlu gibi bekleşir az ötede. 
"Her şey yarım kaldı" çığlığıyla uyandım bu sabah.. Tüm sevdiklerim yanı başımdalar ve sağ'lar diye teselli buldum, insani bir bencillikle.. Ama öte yandan ölüm canımı acıttı benim de.. Veda da etse, bırakıp giden anne olunca zamanın bir değeri olmuyor. Çünkü çocukluğunuzu da beraberinde götürüyor. Yorgun bir sesle söylenen ninnileri, dinlenilen peri masallarını, üstünü iyi ört yavrumları, bu gün yağmur yağacak şemsiyeni al kızımları.. her bir şeyi beraberinde götürüyor. Ve siz köksüz bir ağaç, göksüz bir bulut, sözsüz bir şarkı gibi kalakalıyorsunuz yaşam oyununda..Ve yalnız sağ yanınız değil, her yanınız boş kalıyor..
Hiç kimseler dolduramıyor yerini..

Mayıs 22, 2011

kanatsız güvercin..

Yüzünden keder eksik olmayan adam,bir aynanın önünde durmuşsun; gülümsüyorsun.. Ya da gülümsüyorMUŞ GİBİ yapıyorsun.. Onca şık elbise kendilikleri örtmüş, ne makyajlar eksikleri kapatmış, ne şarkılar iç seslerinizi susturmuş..
Ama gözlerin, batmak üzere olan bir gemiden avaz avaz susarak beyaz bayrak sallıyor.. Gözlerin kanatsız bir çift güvercin.. Maviliklere dalıyor ama uçamıyor..

yolda..

Ben varmayı değil, gitmeyi seviyorum dediğimizde aslolan yolda olabilmektir....
Yolda olmak, belli bir hıza sahip olmayı gerektirir.. Yani, bir sürerlilik halidir.. Cama yaslanan başla, sakin bir hayatın içinden hızla akıp gitmek demektir..
Aksi durumda adı "yolda kalmak" olur ki, onu kimse sevmemektedir..

trik trak..

En az iki şeyi aynı anda yapabilme becerisiyle büyütülmüş bir kuşaktık biz.. Dinlenmenin lugatımızdaki karşılığı boş oturmaktı o yüzden..
Durmaksızın çalışarak, koşturarak geçerdi zaman.. Zamanın geçmesi inceden bir sızıya çalardı içimizde.. Yapılacak ne çok şey olurdu ve ne az zaman..Saat gibi kurulmamız ondandı.. "Run Forest run!" filmlerinin ümitvar sahneleri süslerdi hayallerin arabasını..
"Trik trak,trik trak
Olur mu hiç çalışmamak.."nakaratıyla giyindik görevlerin urbasını..
O gün bu gündür, iş edindik kendimize hep çalışmayı.. Hayat denen tezgahtan doğru dürüst odun parçaları çıkarmayı.. Bazen bizi yakacak olsa da ateşi beslememiz bundandı.. Ve bundandı, hiç geçmedi yorgunluğumuz.

Mayıs 21, 2011

aşka düşmek...

Başa çıkmak,üstesinden gelmek anlamında kullanılan bir deyim.. Açıklamasında bile "üst" sözcüğü vurgulanıyor..
Ayağa düşmek; müşterilere ayak seviyesinde satış yapılan işporta tezgahlarından hareketle; statü sembolü bir ürünün, çok yaygınlaşmasıyla bu özelliğini yitirmesi anlamında kullanılıyor.. Dolayısıyla bir ürün yerden ne kadar yüksekteyse, o kadar değerle satılıyor..
Ne garip bir ironi ki, aşk yükselmekle değil, düşmekle anlatılıyor..
O çok sevdiğimiz Melekler Şehri'nden dünyaya "düşen" Seth'in sözlerini anımsayalım:
"Ann: Ne oldu sana böyle?
 Seth: Düştüm, aşka düştüm.."
Sonuçta, doktora gitmenin bile "çıkmak" eylemiyle anlatıldığı dilimde,aşk bir düşüş eylemi olarak kalıyor..
Özdemir Asaf'ın sesi, düşene dost oluyor:
"türkiye’de istanbul ne ise
istanbul’da gece ne ise
gecede yürümek ne ise,
yürürken düşünmek ne ise,
seni unutamamacasına düşünmek ne ise,
unutmamanın anlamı ne ise,
seni sevmek ne ise,
saklayayım, yok söyleyeyim derken
birden aşka düşmek ne ise.
herneyse..."

ve keder..

Bir kere daha anladım, yollar uzun ama gözyaşları daha uzun ve sonsuz..İnsanı hızla andan uzaklaştırıyor ve sanki sonu gelmeyecek bir yolculuğa çıkarıyor..
Aşkın aydınlığı gözlerden silinince, yaşamın ışıkları kapanıyor. Sandalyeleri, üzerine ters çevrilmiş bir masanın hüznüyle kalakalıyorsunuz.
O, defterinizin arasında kalan çiçek kurusu bile sizden daha çok sevinç yayıyor koklayan yeryüzüne.. İliği kemiğinden çekilmiş,sıskacık bir bastona dönüveriyorsunuz. Artık işi, ayakta tutmaktan öteye gidemeyen..
İçinizin dalgaları vuracak bir kıyı bile bulamıyor.. Ruhunuz "kör kuyularda merdivensiz" kalmanın ezgisinde bir nakarata takılıyor. Asıl şarkı, zamana esir kaybolup gitmiş, geriye anlamsız bir tekrar, kullanılıp kenara atılmış bir çizik plak..
Anlıyorsunuz..
Keder, nem gibi bir şey.. Bütün duvarları sinsice kaplıyor. Siz onu anca duvarlar kabarmaya başlayınca görüyorsunuz. Mayalanıyor insanın içinde ve aslının çok ötesine gidiyor.. Üzümün şaraba, sütün yoğurda dönmesi gibi değil, içinizde susuz kalmış bir ayçiçeği tarlası; günebakarken kuruveriyorsunuz..
Fotoğraf: Rengim Mütevellioğlu

Mayıs 16, 2011

geç'ti

İmlası bozulmuş bir cümle içimde,
Beni sev, beni sar bu gece..

Mayıs 02, 2011

anlat anne..

Bana "belki"yi anlat anne..
Kalıplardan uzağa bakmayı, hayallerinden ırağa düşmeden akmayı..
Duvarlarla yaşamayı değil anne;onları yıkıp, yeni yerler yapmayı..
Düşlerimi değil, hayatı zapt u rapt altına almayı..
Ben biliyorum alı, moru.. Bana karmaşığı anlat anne, her şey karıştığında çıkan renkle yaşamayı.. Hayatın karasına, biraz deniz mavisi katmayı..
Bana sınırları anlatma anne.. En büyük sınırdır avcumun içindeki gözyaşı..Bana gözyaşları bir gün büyük denizlere nasıl karışır ve karışmazsa bu yürek buna nasıl alışır; onu anlat..

kırkayak:)

Kırk ayağım olsa,
kırkıyla da sana gelirdim..

Nisan 27, 2011

aşk tamlaması

Ey aşk!
Bütüne varma uğraşı insanın..
En büyük çaresi hiçlik'ten kurtulmanın..

Nisan 26, 2011

neden?

Sevgi deyince kalbini tuttu çocuk.. Onca klişe, ne de çabuk geçiyordu körpecik beyinlere..
Kadın düşündü,"sevgi" neden kalpte?
Bulduğu yanıtla gülümsedi.
Beyin, hareketsiz bir kütleydi.. Kalbin atışını an be an bizimleydi..

bu kitabı okumayın..

Eğer kitap okumak için kısıtlı bir zamanınız varsa tabi..Çünkü daha ilk sayfalardan itibaren içine girdiğiniz öykü sizi sımsıcak sarıyor ve kitabı elinizden bıraktığınız an, üşüdüğünüzü hissediyorsunuz.
Zülfü Livaneli, 60 yıldır süren bir aşkı Mavi Alay ve Yahudi Soykırımı ile birlikte sunarken, asıl harcananın "insan" olduğu gerçeğine götürüyor bizi adım adım..Onun adımlarında müzik var, aşkın serenadı.. Sözcükler bir ezgiyle dökülüyor dudaklarından ve siz o müzikle savrulan bir yaprak oluveriyorsunuz; kimi zaman sararmış, kurumuş, kimi zaman dal dal yeşil yeşil bir yaprak..
Kendinize bir iyilik yapın, okuyun..