Eylül 09, 2012

insani ve toplumsal duymazlılık

Pazar pazar gittiğim yoldan geri dönerken yine yolda bir kedi ölüsüyle karşılaşıyorum. Direksiyonu diğer yana çeviriyorum, üstünden geçen olmamak için..
Yaz mevsimi, sokak hayvanlarının hızla asfalta serildiği bir "yas" mevsimi sanki.. Ve öylesi alışılıyor ki bu görüntüye; yolda yatan o ölü, dengesiz bir logar kapağıyla eşdeğer tutuluyor. Direksiyon itinayla diğer yöne çevriliyor. Olay yerini geçtikten hemen sonra dikiz aynasıyla son kontrol yapılıyor, üstünden geçtim mi geçmedim mi?
Bir canlıyı asfalta serdikten sonra gazlayıp uzaklaşan insan kalabalığı için, neden bu kadar önemli "yerdekini" çiğnememek? Hala içimizde vicdan denen insani pencereyi taşıdığımızdan mı yoksa koyun pazarında kendi bacağımızı ipten kurtarmaya çalıştığımızdan mı?  Çiğnemek onaylamak demek bizim düzmantık zihinlerimizde. Evet, ezecek ya da yol ortasında bırakacak kadar cani değiliz. Üstünden geçemeyecek kadar da olayın dışındayız. O direksiyon hamlesinin belki de tek amacı, kendimizi vahşetin dışında tutmak..
Tıpkı her gün çok dozda verilen vahşet haberlerinin bir türlü içine giremediğimiz gibi.. Sarhoş tır şoförünün biçtiği on araçtaki on sekiz can kadar ayrıldığı eşi tarafından çocuklarının gözü önünde kıtır kıtır kesilen Merve de bizden değil. Ne için, hangi yolda can verdiği -bizim için hala- bir muamma olan şehitlerimizin haberlerini bir korku filmi seyreder gibi seyretmemiz bundan.. En fazla gözlerimiz dolarak, bir anda buz kesen ayaklarımızı dizlerimizin altında toplayarak, uyuşan ellerimizi ovalayarak, bu gibi durumlarda dilimizi damağımıza çarptırarak çıkardığımız "faytoncu" ünlemiyle direksiyonu sağa doğru yönlendiriyoruz.  Düğmeye basıp kanalı çeviriyor, televizyonu kapatıyor; yolu değiştiriyoruz.
İçinde değiliz bu vahşetin, öyle sanıyoruz. Habuki haykırırken boğazımızda düğümlenemeyen her sözcük boynumuza asılıyor, giderek ağırlaşıyoruz. Vicdani ve insani körlükten giderek kafamızı kaldıramıyoruz. Dokunmuyor, duymuyor, görmüyoruz olup biteni.. Dış mihrakların işine faytoncu ünlemiyle tempo tutarken kaç pazar, kaç bahar geçiyor, kaç cemre düşüyor. Amerikan kapılarla, bilgisayar destekli alarmlarla sıkıca ördüğümüz duvarların içine giremiyor insanlık, her vahşette biraz daha sınıfta kalıyoruz. Koştura koştura sınıf atlama telaşımız bundan..
O asfaltın üzerinde yatan bizden biri olana kadar açılmayacak gözlerimizle naylon bir saaadet içinde yaşayıp gidiyoruz..
Mutluluk bu diyarları biz onu yalnızca kendimiz için istediğimiz günden beri terketmiş; o yüzden durmadan mutluluklar diliyoruz.. Mutlu pazarlar, yeni evlenen çifte mutluluklar.. Her yeni gün, her değişen durum bir umut; kaybedileni bulmak yolunda..

Olmuyor, mutlu baharlar bir daha gelmiyor..Toprağa düşen cemreyi göremediğimizden bu güne, içimize de cemre düşmüyor artık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder