Mart 26, 2010

çifte kavrulmuş bir bahar..

Ve bahar...
Hızla kana karışmaya başladı.. Bu yıl, ilk defa bu yıl, baharın gelişi coşkuya bürümedi içimi.. Çünkü çiçekler açalı çok olmuştu içimde, tomurcuk tomurcuk hem de.. Kuru bir daldan patlayan tomurcuk her daim şaşkınlığa sürüklemiştir beni.. Yine öyle oldu.. Kurumuş(tur) dediğim bir deniz, içimin en engininde "burdayım" dedi.. "Umut hiç tükenmez, coşku, aşk..Hiç tükenmez.."
Günler günlere ulandı.. Bu yıl içimin dallarına bahar, çifte kavrumuş bir sevinçle dolandı..
Dallara su yürüdü...
İçime sevgin..
Hoşgeldin bahar(ım), hoş geldin...

Mart 25, 2010

su ve sen...

Suyu severim ben.. Uyandığımda başlar onunla dansımız.. Sabah, iki elimi biraraya getirdiğimde yüzüme ilk dokunandır..Bazen rüyaların isini pasını, bazen uykusuz tavrımı alıp götüren o olur..
Sonra beni bekler kahvaltı sofrasında..İçime adım adım akar; içimi ısıtır, yakar...
Belki yağmur yağar, süzülür saçlarımdan damla damla.. Şemsiye istemem yağmur söz konusu olduğunda..
Yorgun günün tüm sıkıntısını atmak için ılık bir duşa sığınırım. Başımdan aşağıya akan suyla, akar gider günün yapışkanlığı.. Ve koltuğuma kurulduğumda, yazmak ya da okumak için, yine o başucumdadır; ısıtmak, soğutmak ya da yakmak için..
Su gibisin sevdiğim..
Sesin, günün her saatinde içime ılık ılık akıyor.. Gün seninle başlayıp, seninle sonlanıyor.. Uyandığımda başlıyor dansımız..Seninle dilleniyor, dinleniyor, gülümsüyor gün.. Zannetme ki günle bitiyor içimdeki sağanak, geceyle bir rüyalarımda devam ediyor her şey katlanarak..

Mart 24, 2010

erguvanlar çiçek açmış!

Sesin tuttu ellerimi.. "Erguvanları açmış İstanbul'un" dedi..
Oysa bunu bana yalnızca kitaplar söylerdi.. Ben onlardan öğrendim erguvan mevsimini ve kokusunu buram buram.. Rengine tutuldum hepsinden önce, peşine düştüm, İstanbul düştü peşime..
Sen açtın, seni bulmak için çaldığım tüm kapıları.. Tüm kapılar sana açıldı her zaman..
Ben seni aradım, buldum,sardım erguvan erguvan.. 

Mart 23, 2010

geç kalmış bir cumartesi yazısı

Uyumak hiç bu kadar çoğul olmadı...

Mart 18, 2010

erken bir cuma yazısı..

Ve cuma.. Umut umut dallarda bahar tomurcuğu cuma.. 
Pazartesi yıkık dökük; salı iki arada bir derede; çarşamba bittiğinde hafta bitecek neredeyse, perşembe sana adım adım...
Cuma, arife günü telaşı..
Cumartesi yollar yollara eklenirken; ellerim ellerine, kokum kokuna dolanası.. "Biz" demek, bu demekmiş, günü.. Kavuşmanın eşik önü.. Her yerde bayram, her yerde şenlik...
Pazar, senli günaydınlar..Ve yollar..
Sana gelmek göğe yükselmek akın akın..Senden gitmek sürünmeye ne yakın..
Ve yine pazartesi..salı...cuma...ve biz..
Her gün cumartesi değil, biliyorum; ama o kadar varsın ki, aslında hep birlikteyiz..

bu ne yaman çelişki..

Ülkemin, tahammülsüz insanları..
Daha sarı ışıktayken öndeki arabayı bir korna sesiyle taciz eden, bu da yetmezmiş gibi kafasını kolunu camdan çıkartarak olanca hıncıyla yeni yanmakta olan yeşil ışığı gösteren yurdum insanı..
İlk tıkırtıda oklavayla üst komşuya haddini bildiren, geç açılan kapıya-telefona söylenen zamanı çok değerli yurdum insanı; akşam olunca çocuğunu almaya okula gider. Zil çaldığında,  sınıf arkadaşlarından önce çıkabilmek için bilmem kaç kişiyi ezerek bir atbaşı öne geçen çocuk, sarı ışıkta öndeki arabayı taciz eden arabaya paldır küldür biner..Uzun bir sessizliğin içinde eve varılır..
Evde televizyon açılır; sessizlik bir tül gibi yırtılır.. Aile fertlerinden daha iyi tanıdıkları dizi kahramanları odaya doluşur.. Ve bir sürü kurmaca zaman hırsızlığı..
Günün kalan tüm anı televizyona bırakılır.. Ülkemin tahammülsüz insanı ve tahammülsüz çocuğunun bu hırsızlığa ve anlamsızlığa nasıl teslim olduğuna,ısrarla, şaşılır..

Mart 17, 2010

sensizliğin sesleri.

Eski gün, sensizliğiyle kendini yeni güne bırakacak birazdan..
Birazdan başımı bir yastıkta dinlendirirken, günün tortusundan yıkayacağım kendimi.. Her sabah yeniden ışıl ışıl doğan güneşe dost, karanlıklara dönüp sırtımı uyuyacağım..
Çocukluğumun masallarından birine tutunup, kokuna-kuytuna kanatlanacağım..
Kollarıma bakıp, Tanrı'nın bana neden kanat vermediği konusunda hayıflanacağım..
Ayaklarım susturacak sonra içimdeki sesi,diyecek ki, ben her istediğinde uça uça götürmüyor muyum seni?
Bir sensizlik istasyonunda, geçen yorgun günle bir, bir bir susacak sesler..
İçimdeki sen, çığlık çığlığa büyürken
Gün bitecek, seni özlemek bitmeyecek..

güne veda..

Bir türlü bitmek bilmeyen günün meşalesi, nihayet muma dönüşüyor.. Odamın lila duvarlarında hafif gölgelerle dans ediyor gün..
Bazı zamanların tartımı diğerlerden farklıdır, biliyorum. Terazide herhangi bir ağırlığı olmayan bir gün, sümüklüböcek hızında ilerlerken, an be an hissettirir kimliğini.. Böyle günler, hiç saat aramayan gözlerinizin (neredeyse) dakikika saymasıyla belli eder kendini. Üstelik hava kapalı ve soğuksa; kentlerden yersizlik-yutsuzluk, dillerden sessizlikse.. gün giderek içi boşalmış bir havuzun hüznüne bürünür büsbütün..
Ve nihayet, yorgun bedenimi dinlendirirken en derin şiir iklimlerinde, odamın lila duvarlarında hafif gölgelerle veda ediyor gün..

Mart 15, 2010

umut

Gündüzün ışığını silip süpürmüş bir sünger gibi, yorgun argın evlerine dönerken insanlar…
Gece göz kırpıyordu bana, yeni açılmış bir zarf gibi..
Umut, yine de ayva çiçeği içimin ormanında…

Mart 14, 2010

senin(le)

Gece..Sensizlik yıldız yıldız büyüyor içimde..
Sımsıcak eğilip içimdeki sen'in ellerini tutuyorum..
Çoğul şahısla çekilirken tüm fiiller, senin(le) olmanın tadını çıkarıyorum...

yüzün...

Bir kapıyı kapattım, bir kapıyı açtım.. Döndüm baktım, yüzün hep yanıbaşımdaydı..
Yüzün, yüzlerceydi.. Sesinle, seninle olmak güne çekilen manşetti..
Yüzün hep gülümseyendi.. Uzak yollardan ve yıllardan sonra bile kendini varedendi.. Sessizliğinde bile uyanık bir sağduyuyla doğruyu gösterendi..
Yüzün, en çoğul gecelerinde yaşamın, sabahlara kadar seyredilendi.. Alnında terler damla damla uyurken bile, yüzün, dört bir koldan saran; gözetendi..
Bir kapıyı kapattım, bir kapıyı açtım.. Yüzün bütün kapıların ötesinde bana hep gülümseyendi, yüzün hep yüzlerce edendi..
(Resim: Van Gogh)

Mart 11, 2010

şiir'biz

Şairin "gül dikiyorum ellerinin değdiği yere" dediği demde,
Şiirler ekiyorum dokunduğun her yere..

şiir'siz

Dertsiz şikayetsiz, şiirsiz yaşıyoruz bu günlerde..
Yetişilmesi gereken yerler, hapsolunan saatler, kredi kartı ekstreleri, hesap defterleri arasına sıkışmış bir hayatın figüranlarıyız..
Eski masalarla dolu bir "artiz" kahvesinde, bize gelecek rolü bekliyoruz.. Yanı başımızdan geçen yaşamımıza dönüp de bakmıyoruz.
Üç ayaklı bir sandalyenin hüznünü yaşıyoruz. Biz yalnızca ayakta kalmaya uğraşırken, yanımızdan dört nala bir şiir geçiyor, işitmiyoruz..

Mart 10, 2010

en uzun masala

Adam, kadını sardı.Sarıldı, sarındı..
Emindi kadın, iki elle ve kocaman bir yürekle ancak bu kadar sarılınabilirdi..
Adam, keşke daha fazla elim olsaydı, diye geçirdi içinden.
Kadın gülümsedi, dudaklarının kenarında yalnız ona görünen gamzeler ve ışıldayan gözler gülümsedi.. Ayazda kalmışlığı, yağmurlarda bir saçakaltı bulamamışlığı gülümsedi..
Dam gibiydi adam.. Boydan boya kaplıyordu, koruyordu..
Kadın, yıllardır cebinde biriktirdiği düş kırıklarını ve dar açılı bir yalnızlığı kapının önüne koydu..
"Evimiz" dedi adam, sardı..
"Evimiz" dedi kadın,sarındı..
Onlar, upuzun bir masaldı..

Mart 09, 2010

yağmur gibi sevmek..

İnsanlar, yağmurlara benzer; yağmurlar gibi sever..
Kimi ağır ağır düşer, hesap eder yağacağı yeri..
Kimi ahmak ıslatandır, birdenbiredir, hazırlıksız yakalamaktır onun görevi..
Bereketsizdir kimi, dolu misali.. Ne kadar yağarsa yağsın, verdiği dozaşımıdır, kabul etmez toprak tek bir zerresini.. Akar sele dönüşür, yıkar geçtiği yeri..
Ellerin göğe açıldığı yerde dualarla beklenendir kimi.. Ama bekleyenlerin, bulutsuz gökyüzüne boşa bakmaktadır umutlu gözleri..
Kimi ise mevsimine uygun bir kasım yağmurudur. Göğüyle dost, doygun ve bereketli bir sağanaktır..
Aslolan onun damlalarıyla ıslanmaktır..

Mart 08, 2010

gün biterken...

Öncelikler ve sonralıklar iç çatışmalarıyla geçen bir gün daha karardı..
Son zamanlarda sıkça sorguladığım "benim için öncelikli olan ne" sorusunu gündüz vakti, yorgun bedenimi dinlendirdiğim yastığımda dillendirdim..
Bazen, bir kedinin oynadığı yün çilesine dönüyor gün.. Karışıklık başta bir oyunken, zamanla içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Önümüzde oynadığımız ip, gerçekten bir çileye dönüşüyor..
Böyle zamanlarda yapılması gerekenlerle ilgili verilen reçete çok..
Ama, bildiğim bir şey var ki; insan kendi sesini duymuyorsa, duyduğu hiçbir sesin gerçekte bir anlamı yok..

masallar aleminden

Eve geldiğimde hızla mutfak önlüğümü giyerken zihnimden onlarca soru geçiyordu. Bunlardan, suyun üzerinde en çok duranı: “Don Kişot, yel değirmenleriyle savaştan sonra evine döndüğünde etli biber dolması yapıyor mudur?” du.
Bu akşam, masallar âleminde yolculuğum elimde dolma biber ve tahta kaşıkla böyle başladı. O, bir tahta kaşık değil, yel değirmenleriyle savaştan dönen yorgun bir savaşçının kılıcıydı. Tahta kaşık köşede pek de “maun” bakışlarla süzerken beni, sadece köklerine yanıyordu o kadar.
Köklerine yanmayan tanıdığım ender canlılardan bir olmayı sürdürürken, masallarım ve masal kahramanlarım geldi yardıma. Çevremi bir kolaçan ettiğimde hepsinin erkek olduğunu fark ettim. Don Kişot, Kurşun Asker, Küçük Prens, Küçük Kara Balık… Sadece kenarda soğuktan büzüşmüş elleriyle ısınmaya çalışan Kibritçi Kız vardı o kadar. O da kendini diğer masallardan ayıran can acıtıcı farkı yaşayan bir halde mutfak duvarına yaslanmış beni izliyordu. Sonu mutsuz biten tek masaldı Kibritçi Kız..Ve onca prensesli, pespembe masallardan aldığım kahramanları düşününce irkildim. Hayata, akıntıya ve düzene meydan okuyan Küçük Kara Balık, kendi dünyasından uzaklarda gülünün kokusunu özleyen eli yüreğinde Küçük Prens ve yel değirmenlerin sonsuz düşmanı Don Kişot..
Etli biber dolması ateşle buluşurken hızla mutfak önlüğümü çıkardım. Zihnimden onlarca yanıt geçiyordu. Bunlardan suya en çok batanını aldım, çıkardım, kuruladım.
Kahramanını bekleyen bir ömür değildi benimki. Aksine bolca sahipsiz kalmış, değirmenlerle savaşta kazanılmış ve akıntıya karşı durmak için cesaretle sınanmış bir ömürdü. Kaybetme, ayazda kalıp üşütme ihtimaline karşı Kibritçi Kız son kibrit çöpüyle köşede hazır bekletiliyordu. Gerekirse tek mutsuz masal olmak ihtimalini ayakta tutarak masal olma metaforu böylece canlı tutuluyordu…

Mart 07, 2010

yokluğun..

Ait olduğu duvardan çıkarıldığında tablo, geriye ondan kocaman bir iz kalır.
Yerini sevdi, denir bir çiçeğe; dal dal, yeşil yeşil verirse kendini..
Yokluğun, yerini seven çiçeğin cam değiştirmesi, bir tablonun yurdum dediği duvarından sökülmesi..
Yokluğun, bir garip ruh üşümesi..

Mart 06, 2010

gölge..

Gülüşün, bütün kış kar altında kalan dala baharla birlik su yürümesi..
Yeni dağılmış bir ilkokulun cıvıl cıvıl, şen sesi..
Teşekkürler Tanrım!
Söz, artık yalnızca yaşananın gölgesi..

Mart 05, 2010

hayatın kaldırma kuvveti

Kırışmasından değil, kırılmasından gizlediğim bir yüzle yürüyordum zamanda..
Küçülmüş bir yaşamdı benimki, katlana katlana..
Kat yerlerimden sancırken dünya,
Sen geldin..
Oturdun şiirden bir tahta..
Mevsimler geldi sonra, kartondan yaşamların yağmur hüznü; şeker oldu, eridi..
Sen, içimin bahar neşesi..
Sen, çocukken annemin eve çağıran sesi..
Senle anladım; hayatın da varmış bir kaldırma kuvveti..

Mart 04, 2010

"biz"

Sen ve ben
Bir deli ırmağın denizle buluşma yeriyiz..
Yamaçta mavilikleri seyreden hınzır bir delice zeytiniz..
"Kime baksam sensin"* dediği yerde şairin,
"Biz" en uzun kelimeyiz..

* Atilla İlhan

yokluğunun derin sularında

Durup da baktığımız pencere, gördüğümüzü belirler çoğu zaman..
Bu gün kent yorgun..
Güneş bile, bulutların arkasından yüzünü göstermek istemiyor..
Ağaçlar akşamdan kalmış bir edayla savuruyor yapraklarını.. Vazomdaki sıklamenler bile, nazlanan güneşe sitemle bükmüş boyunlarını..
Bahçemdeki, marttan çılgına dönmüş kedilerin bile sesi çıkmıyor..
Sanki gün doğmuş ve birileri doğan günü unutmuş, tek bir hareket, tek bir neşe.. Yokluğu soluyor renkler ve dizeler.. 
Bu gün ben yorgun, kent yorgun...
Gün, yalnızca bir makara; varlığına doğru sarılan...
Yokluğunun derin sularında,
taşları dökülmüş bir taç gibi duruyor zaman..

Mart 02, 2010

ellerin..

Ellerin, fırından yeni çıkmış bir somun ekmek..
Nasıl sımsıcak, sımsıkı sarıyor sevdiğini..

sahibinden, az kullanılmış..

“Hayatından sıkıldı, paketleyip satışa sundu.”
Geçen yıl okuduğum bir gazete haberinin baştan çıkarıcı başlığı böyle diyordu. Avustralya’da yaşayan Ian Usher işini, evini, elbiselerini, hatta arkadaşlarını satışa çıkarmış.44 yıllık yaşamına biçtiği değer 420 bin Avustralya doları (600bin ytl).
Yaşamsal bağlarından bir giysiyi üzerinden çıkarır gibi soyunmak istiyor ve haykırıyor. “Hayatımdan bıktım. Artık onu istemiyorum. İsterseniz alabilirsiniz.”
Taşıdığım yükler omzuma birkaç beden büyük geldiğinde, ellerimi ve ayaklarımı bağlayan kukla iplerim canımı acıttığında Orhan Veli’nin dizeleriyle teselli bulurum:
“Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum”
“O yer”e olan inancımı yitirmeden, yalnızca umudu bileyerek yürümek istiyorum yaşama.”Belki bir gün”lerden daha yakın, “Artık çok geç”lerden çok uzak…
Çözüm müdür yaşamı paketleyip satmak bilmiyorum ama, insan gitmeli kendinin peşinden. Don’unu yel değirmenlerine kaptıran Kişot olmayı göze almalı ; kendi yaşamının kahramanı kendisi olmalı..
Bir varmış bir yokmuşlar diyarında..dünyada…

Mart 01, 2010

mor perdenin adındaki

Perdeleri çekilmiş bir mutluluk bu..
Dışarının kasveti uğramazken odamıza, gözlerimizin ışığı yetiyor karanlığı aydınlatmaya...
Adını söylüyorum, bütün kapıları açılıyor içimin.. Sevildikçe kokusunu veren bir çiçeğe dönüyorum... Buram buram "fesleğen" kokuyorum...
Boşluğa savurduğum nefesim çizerken göğe "biz" olmanın resmini, ben ilk defa sınıyorum bir yere ait olmanın dayanılmaz hafifliğini...

ağır bedel..

Aslında tüm bir yaşam olması istenen gibi değil,olmasını istediğimiz gibi olmalıdır.
Bunun bedeli ağır olabilir; ama hiçbir bedel, başkasının yaşamını yaşamaktan daha ağır değildir...