Şubat 28, 2010

???

Peki bu şehir, ne yapacak şimdi sensiz?..

ardından..

Sen gittin..
Ben kalakaldım..
Giden bir geminin ardından el sallarken boşluğa, ağlara kırmızı bir özlem takıldı..
Boşaldı sokaklar, ışıklar yandı..
Delice bir zeytin ağacı yaprak yaprak rüzgara dolandı..
Tek kanatlı bir martı oldu soluğum, seni aradı..

gözlerinde yaşamı sevdiğim..

Salın salınabildiğince İstanbul; güzellik sende, şan sendedir..
Asırlardır, bütün şiirler sana yazıldı.. Kuytuların kaç zamandır ne gizler sakladı..
Şimdi -bu gece yarısı- gelinlik kız gibi süzülüyorsun ya, tesadüf değil hiçbir şey biliyorsun..
Ay düşmüş gecenin yüzüne, gülümsüyorsun.. Işıl ışıl Haydarpaşa'n, cıvıl cıvıl herbir yakan..
Bin atsız savaşlarda binbir atlıyı deviren mağrur liderler gibisin İstanbul.. Sen İstanbul'sun; İstanbul, ne kadar çoksun..
Ve sen, gözlerinde yaşamı sevdiğim;
Düşlerimden nice gemiler kalkarken sularına,
O kadar çok benziyorsun ki İstanbul'a ve  İstanbul sana...

doğum günü çocuğuna..

Bugün onun doğum günü.. Ama yarın değil..Sonraki gün de değil...Dikkat etmiş, ondan sonraki gün de değil...
Dostluk söz konusu olduğunda pek çok şey vaz geçilebilir oluyor.. İnattan büyüttüğümüz denizlerde yüzdürdüğümüz kağıttan gemiler bu gün battı.. İlk defa -yaptığım- bir kağıttan geminin suya gömülüşünün ardından sevinçle el salladım..
"Bu gün" onun doğum günü.. Yirmi altıncı defa kutlasa da o küçük bir kız çocuğu, biliyorum..Yalnızlıktan nefret eder, aynalarla konuşur, karanlığı hiç sevmez..
Küçük bir kız çocuğu o, bu gün doğum günü olan.. Mumları üflerken tuttuğu dilek; gün geçtikçe içinde kök salan ve her daim var olan..
Küçük kız çocuğu; sen iyi ki doğdun, ben iyi ki seni buldum...

Şubat 26, 2010

yağmur kafiyeleri...

Yağmuru birçok nedenden çok seviyorum..
Seni sevmek için bir neden aramıyorum..

şemsiyesiz...

Gece.. Şemsiyesiz bedenim yağmurdan nasibini alıyor..
Her şeyin üstüne istikrarlı bir yağmur yağıyor.
Kış güneşine aldanıp erkenden açan erik çiçeklerine, mevsimle uyumlu çığırtkan mart kedilerine, düşlerin deniz fenerlerine, sevdiğim şiirlere ve yürüdüğüm yollarla bir adımladığım hasrete..
Süzgeçten dökülen damlaların ahengiyle, resimler çiziyor doğanın tuvaline..
Bu yağmur, bereket olacak toprağın göğsüne.Damlalar, damar damar ulaşacak tohumun yüreğine.. Gün günden umut olacak, sevda olacak, düş olacak, bahar olacak..
Gözlerini görmüş gözlerime dönecek yarın doğa.. Büyüdükçe büyüyecek tohum, ışık, umut..
Sen sağanak şeklinde yağarken üzerime, ben yine şemsiyeleri sevmeyecek ;
sırılsıklam ıslanmayı seçeceğim...

Şubat 25, 2010

sarılmak..

Şimdi, tek istediğim sımsıkı sarılıp sana, kıyılarına vurmak bütün bütün..
Gözlerin, ışığı oldu ömrümün..

yaşam ve mutfak..

Yaşam bir mutfaktır aslında. İçinde en güzel malzemeyle ,en güzel yemeği pişirmeye çalıştığımız bir mutfak..
Kiminin tastamamdır her şeyi, kimi komşudan ödünç alır kaseyi. Kimi taklit pişirir, kimi kendi yaratır;kiminin de yedikleri “ayaküstü” kalır. Kimi mutfak iştah kabartır,kiminin yanık kokusu komşu ağlatır. Kiminde üç öğün aynı aş; kimi çeşit çeşit,her öğün ayrı tas..
Kimi pişirir yemeği; acele,tatsız,tuzsuz..
Kimi neye dokunsa, sanattır kuşkusuz..
Siz mutfağınızda nasılsınız?..

Şubat 23, 2010

başkalarının hayatı

Babaannemi anımsıyorum, tam da şimdi.. Gözlerimde yaşlar pıt pıt akmaya başladığında, duruluğunu yitirdiğinde görünen ne varsa...
Dizlerindeki romatizmadan kurtulabilme sevdasıyla yaşadı ve öldü babaannem.. Ağrıları çekilmez olduğunda daha bir iyi duyardı kulakları.. Oturmaya gelen komşunun anlattığı hastalık belirtilerini dinlerken, kendine yeni yeni teşhisler koyardı.. Başka hastalara, başka doktorların verdiği tedavileri hafızasına kaydeder, ilk fırsatta kendine uygulardı.. Babaannemin ne ağrıları geçti, ne de kendini başkalarının ilaçlarına göre tedavi etme sevdası...
Şimdi, tam da şimdi başkalarının gözlükleriyle bakıp da daha iyi görmek için kuşandığım ömür netliğini yitirmeye başladı.. Onların kurallarına göre yaşadığım her an, boynuma bir halka daha uladı. Ne romatizmam sonlandı, ne de bu hastalığı tedavi etme uğraşı...
Benim yaşam ilacım, yine bende varolmaktaydı, doğru.. Peki ama yaşamımı çepeçevre saran "başkalarının hayatı" nerde son bulmaktaydı?
...............
Üzerine biçilmemiş bir günü başarıyla taşıdıktan sonra, kendini giyindi kadın.. Gördü, gördükleri canını yaktı.. Yüzündeki maskeleri teker teker çıkardı, iğreti bir elbise gibi askıya astı..
Askıda olan aslında "sadece" kendi yaşamıydı..

Şubat 22, 2010

sen'in

Gülüşün yanaklarımda gül..

Tanrı'nın İşareti

Çocukluğumun o kocaman ve soğuk duvarlı evinde her gün umutsuzluklar emzirilirdi.. Kurt gibi acıkmış bir canavardı karanlık ve durmaksızın kendini doyururdu.. Beslendiği renk(sizlik)ler, o evde o kadar çoktu ki; kaynağını bulurdu.. Tavandaki cılız ışık, bir günün daha bittiğini duyururdu..
Gündüzler geçerdi bir şekilde de geceler bitmek bilmezdi.. Büyüdükçe büyürken açlığım, yalnızlığım; yaş olup akardı gözlerimden, ayazda kalmışlığım..
Tam da o demde girerdim, üstü çarşaflarla kaplı, temizlik ve naftalin kokan hayalet odaya, misafir odasına.. İçerde, oturma odasında örtüsüz koltuklar üstünde örtülü benliklerle oturan insanlardan sıyrılıp, örtülü koltuklar üzerinde yüreğimdeki örtüleri açardım bir bir.. O oda, bir kat daha yalnızlığın içinde, kendime sarınma durağımdı benim.. Küçücük ellerimi açar yalvarırdım Tanrı'ya.."Tanrım, bu başıma gelenler çocuk omuzlarıma ağır geliyor.. Biliyorum orda bir yerlerdesin, n'olur sesimi duy" derdim..
Sonra, yükünü istasyondan alan tren gibi, katar katar acı katılırdı güne yine yenibaştan.. Çocuk yüreğim şaşkın, ellerini açar dua ederdi her gece o duvarda, gözyaşlarının eşliğinde.."Tanrı'm, orda olduğunu bilmek istiyorum. Olup bitenlerden haberin var mı gerçekten bilmek istiyorum. Çocuk yüreğime bunca ızdırabı yüklemenin nedenini merak ediyorum.. Bana lütfen, orada olduğunu göster.. Işıklar kapansın, bir rüzgar essin, sel alıp götürsün tüm yaşamı.. Ama orada olduğunu bilmek istiyorum..Bir işaret ver.."
Sel alıp götürdü evimizi, hayallerimizi; ama acının cam kanatlarıyla.. Ben, misafir odasına kapanıp da içindeki isyanı bastırmaya çalışan o küçük kız çocuğunun, gökyüzüne açılan minik elleriyle bir büyüdüm.. Ama içimde büyümeyen o çocukla bir, hep bekledim...
Sen,..
Sen, Tanrı'nın yıllar sonra gelen, geçikmiş işaretiydin.. O'nun "Geçti her şey..Burdayım." dediği imlasız bir dilin alfabesiz harfleriydin..

Şubat 19, 2010

erik ağacı

Ve yine sabah.. Çalan saatle gözlerime dolan ışık.Biraz daha uyuma isteğinin yanında, bütün gün yapılacakların odanın duvarına yansıyan ağır gölgesi beni aniden yataktan kaldırıyor. Uyku, yüzümde geceden kalan derinliği almış götürmüş.Maskelemeye daha uygun hale getirmiş günü. Koşturarak yapılan hazırlıklar, ayaküstü kahvaltı ve üçer beşer inilen merdivenlerden sonra bahçedeyim.
Nefesim sıklaşmış. Birden, uyandığımdan beri otomatiğe aldığım gün; bana göz kırpıyor kumruların sesiyle.. Gerçekten uyandığımı şimdi hissediyorum.Evet,yeni bir gün başlıyor.Sesin nerden geldiğini bulmaya çalışırken bir şiir tutuyor ellerimden. Bahçemdeki erik ağacı kış güneşine aldanıp çiçek çiçek giyinmiş, duymak ile dinlemek arasındaki incecik çizgide, bana gülümseyerek: “Günaydın!” diyor. Brecht'in ipleriyle bağlanıyorum yaşama..
“Avludaki erik ağacı bir küçük bir küçük,
benzemiyor doğru dürüst bir ağaca bile.
Ama gene de parmaklıkla çevrili dört yanı,
korunsun diye güvenlik içinde.
Büyüyemiyor, zavallıcık,
büyümeyi isterdi tabii.
Çok az görüyor güneşi,
yapacak bir şey yok artık.
Erik ağacı erik vermiyor hiç.
Gel de erik ağacı olduğuna inan.
Ama gene de bir erik ağacı o,
belli yapraklarından."*
(*Bertold BRECHT, Erik Ağacı)

tükürük..

İçeride olan, bizden olan artık bağını koparıp da dışarıda olunca ne değişir özümüzde?
Evin içi sıcak,dışı soğuk..
Meyvanın içi yumuşak, dışı kabuk.
Aldı sözü bir garip tükürük...
"1-Ağzınızda tükürüğünüzü yuvarlayıp biriktirin.
2-Su dolu bir bardağı alın, bir yudum su alın ağzınıza.
3-Biriktirdiğiniz tükürüğü o suyla birlikte bardağa geri bırakın.
4-Bardaktaki tükürük ve suyu için, tekrar bırakın, için tekrar bırakın."
Tükürük içerdeyken birden dışarıda oldu. Bizden olan bir şey kopup da gittiğinde uzağımıza; dışarıda kalıyor. Çünkü artık yaban oluyor..

Önüm arkam,sağım solum ebe..
Dışarda kalan ebe!

Şubat 18, 2010

özlemek..

İçimde onulmaz bir yarış içre kağıda kaleme sarılıyorum.. Zamanla yapılan bu yarışta; kazanan galip olmadığı gibi, yenilen de mağlup olmuyor..
Kendimi alıp kendimin karşısına, söylüyorum.. Ne kaldı ki şunun şurasında, zaman geçip gitmeye mahkum.. Onsuzken bir kaplumbağanın sırtına aldığı saatler, yanıbaşında bir tavşanın hızlı patilerine takılıveriyor, şaşırıyorum.. 
O an, çocukluğumun çizgi film karakteri Calimero'nun çıngıraklı sesini duyar gibi oluyorum: "Ama haksızlık bu, öyle değil mi?"

Şubat 17, 2010

ironi

şiirler dikiyorum, göçebe ruhlara...
ıslansınlar diye yağmurlarda..

Şubat 16, 2010

düş

Bir bahar sabahı, güneş  yaramaz bir çocuk gibi, aralanan perdeden girmiş dans ediyor bedenimizde..Ilık ılık esen rüzgar deli taylar gibi dalgalandırıyor perdeyi, içimizdeki coşkuyu yalayıp geçiyor..
Dışarıda, yeni dağılmış bir ilkokul cıvıltısına kırlangıç çığlıkları ekleniyor.. İçerde çocukluğumuzun masallarının kokusu Norah Jones'un büyülü sesiyle ruh bulurken, parmakların ruhumun derinliklerinde 20 bin fersah yol alıyor...
Uykuların en güzelinde, annemizin uyanmamızı isteyen sesi olmaksızın, perde perde büyüyoruz.. 
Bir düşün tam ortasında; çifte kavrulmuş bir özlemle bir biçimden, başka bir biçime akıyoruz..

Şubat 15, 2010

bir kirpi boyu

Sabah yürüyüşü..
Günün doğuşuyla ağaran tan.. Günün yaşantılardan, kirinden pasından arındığı, temizlendiği; "yeniden doğuş" anı..
Ağaçların duru yeşilinin içinde ilerlerken, kıpırtısız bir denizin sakin rüzgarları yüzüme vuruyor.. Duyuyor, görüyor, hissediyor; yaşıyorum..
Güneş yaramaz çocuk gibi göz kırparken güne, temkinli bir kirpi yavrusu belki yiyecek belki sığınak arıyor. Sanki bir an gözgöze geliyoruz,kaçıp gidiyor.
Kirpinin arkasında bıraktığı iz, bana uzaklıkları sorgulatıyor. Ahmet Altan'ın sesini duyar gibi oluyorum: "Canımızı asıl acıtan uzaklıklar değil,göze alamadığımız yakınlıklardır.." diyor..
Kirpiler,kış gelince ısınmak için birbirlerine sokulurlarmış. Ama bu mesafe öyle iyi ayarlanırmış ki; ne dikenini batıracak kadar yakın, ne de esen sert rüzgarları sızdıracak kadar uzak..
Aradığımız her şeyin yanıtı doğada var aslında.İnsan, yaşamına giren insanlarla bir kirpi boyu mesafe bırakmalı arada. Ne dikenlerle kanayacak kadar yakın,ne de soğukta donacak kadar uzak olmalı.. Isıtmalı ama yakmamalı, acıtmamalı...
Yakınlıklar ve uzaklıklarla dost, bir kirpi boyu...
Güneş doğdu

Şubat 14, 2010

bağbozumu coşkusu

Ben,sana geldim ve bir bir kurşuna dizildi sorular, kaygılar, sulu sepken yağan kar...
Bir bağbozumu coşkusu geldi oturdu yüreğimizin en gözalıcı yerine...Gözlerim, sığmadı yüreğime ..
Tüm tuşlarıyla dokunurken yaşama, sesin hep ilk günkü gibi ilkbahardı..
Şimdi, sanma ki bu gemi beni senden uzaklara taşıyor..
Gün, senin refakatinle devam ederken; yollar ömrümün filminde giderek bir figüran oluyor..

Şubat 12, 2010

kırmızı kurdele

Sen şimdi uyuyorsun, dağılmış ve yorgana sarılmış.. Odanın gittikçe soğuyan havası üşütmeye başlamıştır omuzlarını..
Ben, her gece yatmadan önce kapadığın kapının kolundaki o kırmızı kurdelede nefes alıyorum şimdi.. Ömrümün ilk kırmızı kurdelesine, bir çocuğun yoğun ısrarlarla sahip olduğu  kırmızı balonun ipine sarılması gibi sarılıyorum..
Bazen kalın halatların bile yapamadığını, incecik saten bir kurdelenin yapmasına duyduğum saygı ve şaşkınlık yanı başımda..
Yaşama gülümsemeyi öğreniyorum..

Şubat 11, 2010

O'nun sesiyle...

Bana demişti ki o,
“Güzel papatyam, gözlerin ışıl ışıl, yıldız yıldız bakıyorsun gökyüzüne.. Önce sen varsın, dünyalardan önce..
O kadar doğalsın ki papatyam, gül de çiçek.. Ama kendini korumak için dikenleri gerekecek.. Herkese göstermez güzelliğini..
Güzel papatyam, koru kendini…”

birine güvenmek..

Birine güvenmek...
Sessizce yaranı gösterir gibi usulcacık..
Sırtını dönüp sereserpe uyumak sıcacık.. Orada olduğunu bilerek ve hissederek gitse(n) de orada olacağını..
Aydınlığın kadar karanlığını, doğruların kadar yanlışını da göstermekten çekinmeyerek..
Çok yorulmuştum, şu köşe başında dinleneyim arzusuyla elindeki bavulu arnavut kaldırımına bırakıp soluklanmak.. 
Sonra ayaklarındaki dermanı yoklayıp uzun soluklu yollara çıkmak..
Sesler kadar sessizliğe de ışıkla bakabilmek..
Bak, bunlar benim gözyaşlarım..Bak şunlar benim en boş tarafım..Ben en çok buradan acırım.. deyip öylece kalabilmek.. Başka bir şeye bürünmeye, gitmeye, yapay gülücüklere ve rollere gerek görmeden...
Yarın günün yeniden doğacağına, vakti gelince bahçedeki erik ağacının yeniden dal dal yeşil yeşil bahara duracağına olan inancı tüketmeden...
Birine güvenmek...
Sessizce yaranı gösterir gibi usulcacık..

Şubat 10, 2010

giderken..


Adam hızlı hızlı merdivenleri indi..
Aralık bir kapının eşiğinde kaldı kadın..Gitsem sessizlik, kalsam çaresizlik; diye  mırıldandı.
Günlerdir dağılan imgeleri topladı, evin her bir yanından; sevgiyle yemek yaptı..
Gitmenin de kalmanın da hiç bu kadar zor olmadığını anlamıştı..
Yastıkta başının bıraktığı çukurla bir yüzünün yarısı orda kaldı. Giderken adamın bıraktığı şarkıyı aldı, kapıyı dışardan kapattı..
"Sana hoşçakal diyemem
 Ama şimdi gitme vakti
 Yüreğimde çanlar vurur
 Kalbim sökülüyor sanki.."

Şubat 09, 2010

bazen..

Bazen, anlamak yetmez bazen...
Bazen susmak yetmez, konuşmak da..
Ne kalmak, ne gitmek..
Ne sevmek, ne vaz geçmek..
Ne silmek, ne de yeniden yazabilmek..
Bazen, hiçbir şey yetmez; bazen..

Şubat 08, 2010

anladım..

Anladım..
Yıllardır bir kapının önünde bekliyordum. Dört mevsim yedi renkte ve her biçimde sımsıkı kapalı kapının önünde,ellerim yüreğimde bekliyordum..
Bir gün açılacaktı kapı..O gelecekti ve açacaktı ardına dek.. Biliyordum, "o" gelecek diye yaşanmıştı bunca ızdırap ve sus pus..
O kapının ardında ömür boyunca ertelenenler, beklenip de gelmeyenler, ruha dokunan ezgiler pürtelaş nefes alıyordu.. Kurulu bir saat durmaksızın cepten yiyordu..
Ve ben o kilitli kapının önünde yaşa(n)mayan bir ömürle bekliyordum..Cebimde paslanmaya yüz tutmuş bir anahtarın küskünlüğüyle..
Kendinden başka herkesin yaralarına merhem olan bir tabibin, kendi söküğünü dikemeyen terzinin hüznüyle...
Anladım, yalnızca benim açabileceğim bir kapının önünde, elimde yalnız ona ait olan bir kilitle olmayan bir "o"nu beklemişim.. Gelen kişi de hiç "o" olmamış zaten..
Yollar aşınmış, kilit paslanmış, uzaklara bakan gözlerim yaşlanmış..
Bir tarafta boyluboyunca uzanan yollar, uzaklar..
Meğer bendeymiş anahtar...

Şubat 02, 2010

bir biz...

O çok sevdiğimiz filmi seyretmiştik Setbaşı Köprüsü'nün yanındaki o garip sinema salonunda.. Film bittiğinde herkes alalacele çıkarken biz, beyaz perdede donmuş olan karede ve çalan müzikte kalmıştık..
Bizi kimse bu kadar sevmemiş, biz kimsenin olmamıştık.. Yaralarımıza sarılır gibi birbirimize sarılmıştık.. Herkes çıkıp gitmişti, makinist filmi bitirmişti..Yerde ezilmiş patlamış mısırlar ve kola kutuları, kalakalmıştık, ömrümüzün en çözümsüz çizgisinde..
Dışarıda köprüden aşağıya bakarken tüttürdüğümüz sigaranın dumanı bile ağırdı, yapışkandı, üstümüzde kaldı..
Bizse hiçbir yere sığmayan ve ait olamayandık..
Ne kadar geçti üzerinden; filmin, şarkının, yapışkan sigara dumanının..
Ama biz boş bir sinema salonu gibi yaşadık... Herkes gitti, tüketilmiş her şeyle ve yaralarımızla bir biz kaldık..

Şubat 01, 2010

şimdi sen...

Şimdi sen,
benden uzaklarda bir sobanın kenarında içindeki çocuğu ısıtıyorsun. Şen kahkahalar var odada çınlayan.. Sonra anne yemekleri, üstünü iyi ört çocuğum'lar var..
Bu kente yağmur yağıyor..Sen gittiğinden beri aralıksız yağıyor içime hüznün damlaları..
Sen o kaleli kentte, uzağındayken var olan her şeyin; aramıza incecikten bir yağmur yağıyor.. Yağmurluğumu almadan, yalınayak çıkıyorum sokağa.. Dışardan bakıyorum bir de biraz önce camdan seyrettiğim hıncahınç yağmura.. Sana, bana ve kurduğumuz düş ülkesine, belki de tek gerçeğe...
Ne de çok uzağımdan akıyor şimdi o nehir.. Hiç yaşanmamış gibi...
Uzun soluklu bir yolda kısa metrajlı bir filmin bitiş müziğiyle karşı karşıya kalmış gibi...
Film bitti mi, bu yazılar nerden çıktı, insanlar nereye gidiyor?
Hep kendimde kaldığımı sanarken kendimde olamamak gücüme gidiyor..

sicim gibi bir yağmur

Dışarıda sicim gibi bir yağmur yağıyor..
Çocukluğumun yağmurları gibi kocaman, korkutucu bir süreklilik...
Dışarıda çocukluğum yağıyor sulu sepken..Parçalı bulutlu bir ömrün ilk ya da son ayazında darmaduman düşüyor damlalar.. Süzülüyor hayallerimin eteklerinden, sırılsıklam..
İçimin taşlığında yüzlerce anı birden beliriyor, ben de şaşırıyorum.. Bu gün bile bu kadar bulanıkken, ne kadar canlı yaşananlar; kokularıyla ve tatlarıyla ve kapladıkları alanla..
Bir odun sobasının etrafına toplanmış bir demet yürek ve ekmek kokusu.. Birinin elinde gitar var, saatlerdir aynı şarkıyı söylüyor.. Gün dönüyor, gece oluyor..O  usanmadan hep aynı şarkıyı söylüyor..An'la bütünleşmiş o şarkı, çivilenmiş gibi; orda duruyor: "Beyaz atın süvarisi yorulmuş..." Süreklilik korkutuyor..
Yorgun ruhumun üzerinden sicim gibi bir yağmur yağıyor.. Düşlerim sırılsıklam ve umutlarım...
Ben yarım yaşantılardan arta kalanım...